Bleda’nın Hikâyesi

Güm!  Güm!  Güm!

Karanlık gecenin sessizliği bu garip gürültüyle bölünmüştü. Yaşlı kadın gürültünün geldiği yöne doğru gayriihtiyarî baktı. Upuzun, renkli kıyafetli bir adam elinde yuvarlak ve küçük bir davul tutuyordu.
Adamın diğer elinde çamaşır tokacına benzer bir tokmak vardı. Ufak davuluna her vuruşunda başını göğe çeviriyordu. Davulun üzerindeki resimleri ve çizgileri koyu karanlığa rağmen fark etti. Dikkatli bakınca çizgilerin sanki ışık saçan bir mürekkeple çizilmiş gibi durduğunu gördü. Yaşlı kadın bulunduğu yerin ürkütücülüğünden, adamın hal ve tavırlarındaki garabetten ürkmüştü. Lakin merakı korkusuna galebe çaldı ve adama adım adım yaklaştı.

Yaklaştıkça gürültü artıyordu. Davul sesine hızlı hızlı alınıp verildiği anlaşılan nefesler eklenmişti. Bu sesleri bir yerden hatırlıyorum diyordu içinden ama bir türlü çıkartamıyordu yaşlı kadın. Adımlarını sıklaştırdı. Mesafe kısaldıkça adamın etrafında en az kendi kadar garip insanlardan oluşan bir halka olduğunu müşahede etti. Bu insanların ne cinsiyeti, ne eşkâlleri, ne kılık kıyafetleri belliydi. Hatta kaç kişi oldukları bile belirsizdi. Halkayı oluşturan insanlardan da ortadaki garip kıyafetli davulcudan da mavi bir ışık yükseliyordu. Bu ışık, yaşlı kadını âdeta büyülemişti. Garip kıyafetli adamın hareketleriyle uyumlu bir şekilde halka sağa sola meylediyordu. Her yönelişte de hem vahşi bir kurdun ulumasını hem de cezbeye kapılmış bir dervişin “Hu” çekişini andıran bir ses çıkıyordu. Bu ses aklını kurcalayan sorunun cevabını bulmasını sağladı. Gecenin karanlığını nuruyla, kopkoyu sessizliğini ise çaldığı davulla bölen bu ilginç adam ona, daha küçücük bir çocukken Maraş camilerinin birinde rast geldiği şeyh efendiyi hatırlatıyordu.  O da böyle müritlerinden oluşan bir halkanın ortasına geçip onlara zikir çektirmişti. Şeyhin çok mübarek bir adam olduğunu söylemişlerdi o zaman. O da zikirden sonra küçücük elleriyle efendi hazretlerinin elini tutmuş, öpüp başına koymuştu.

-Behey gafil Hatice! Deli entarisi gibi bir partal giymesine kanıp da bir terbiyesizlik yapmadığına şükreyle. Etrafına nur saçan bir mübarek kişiymiş demek ki bu âdem. Eee… Zaten kurban olduğum Allah’ımın velisiyle delisi bir birinden pek ayrılamazmış.

Böyle düşündü yaşlı kadın. Bir yandan adım adım ilerlemeye devam ediyordu. En başta çok yakın sandığı mübarek adamın böyle uzakta olmasına şaşıp kalmıştı. Yol bir türlü bitmiyordu. Her adımında çizgiler yerine oturuyor, önündeki manzarayı daha iyi görebiliyordu. Adamın suratında gözlerinin aşağısını tamamen kapatan uzun, beyaz renkli bir peçe vardı. Cesaretini topladı ve seslendi:

-Siz kimsiniz efendim?

-Ben “Kam” diyeyim, sen “Ermiş” de… İsmimin, sıfatımın ehemmiyeti yoktur. Biz artık o makamdayız ki bize melekler imrenir. Üzerinden kan damlayan libaslarımızın yüceliği Kâbe örtüsünde yoktur.

-Efendim! Allah’ın makbul kullarından biri olduğunuz belli. Bu günahkâr Hatice’ye lütfedin de mübarek simanızı seyredeyim. İçime böyle bir his geldi. Beni kırmayın.

Son kez davuluna vuran garip adam, göğe çevrili başını Hatice’ye çevirdi. Mahzun bir sesle cevapladı:

-Gayrı yüzümü göremezsin. Artık halleşmek, helalleşmek ötelere kalmıştır. Artık kavuşmak ahirettedir Ana!

Birden uyandı Hatice Hanım. Kırk yıllık evinde, yatağında yatmaktaydı. Kan ter içindeydi. Her şeyin bir rüyadan ibaret olduğunu fark etti.  Ne manidar bir rüyaydı. Rahmanî bir anlama işaret ediyordu elbet.
Neden sonra rüyasındaki adamın son sözleri geldi aklına. Niye “Ana” diye hitap etmişti kendisine o ermiş kişi? Sahi boyu, posu da Bledasını andırıyordu amma… İçine ansızın bir sıkıntı çörekleniverdi. “Euzü besmele” çekip abdest almak üzere yatağından kalktı.

***
Her sabah olduğu gibi erkenden uyanmıştı.  Eşini uyandırmamak için sessizce çıktı yataktan. Elini, yüzünü yıkadı. Tıraş oldu. Gardırobu açıp kıyafetlerini seçmeye başladı. Uykusu vardı ama erkenden kalkmak zorundaydı. İşletme müdürü olarak çalıştığı fabrikada devam eden bir grev vardı. Grev ama ne grev… Tam bir bağcı dövme hikâyesi… İşçilerin haklarını savunduğunu iddia eden bir güruh onların aklını çelmişti. Sözde maaşlara zam yaptıracaklardı, hak alınacaktı, şu olacaktı, bu olacaktı; Ya şimdi…
Greve giden bu bedbaht işçiler günlerdir fabrika önündeki çadırlarda yahut da çevredeki kahvehanelerde vakit öldürüyor akşamsa derme çatma evlerine kollarının altında ekmekle değil omuzlarındaki yorgunlukla dönüyorlardı. Kendisi; işsizliğin bir erkeğin nasıl elini kolunu bağladığını, nasıl içini yaktığını, nasıl etrafına bakamaz hale getirdiğini iyi bilirdi.

CHP’li Milli Eğitim Bakanı’nın gadrine uğrayarak çok sevdiği öğretmenliği elinden alındığında nasıl da kıvranmıştı acıyla? MİSK vasıtasıyla girdiği bu işte de günlerce vicdanını sorgulaması bu yüzdendi.
 “Acaba yaptığım basit bir grev kırıcılık mı? O insanların ekmeğine mâni mi oluyorum?” diye düşünüp durdu. Fabrikanın iç işleyişini, ortada dönen dolapları, sendika diye ortaya çıkan adamların nasıl da engerek ruhlu olduğunu fark edince sorularının cevabını kendiliğinden buldu. Artık müsterihti. Sahi, Bleda bilirdi zor durumda olanın hâlinden. Ya o zavallı işçileri greve götürenler… DİSK’e onları metazori kaydeden, üç kuruşluk maaşlarından artırdıkları aidatlarını toparlayan, her tür maraza durumunda onları hemen etten barikatlar haline getirip öne süren, o pos bıyıklı, beli silahlı, dilleri zehirli adamlar…
 Onlar akşam evlerine aç mı dönüyorlardı?  Güldü kendi kendine Bleda. Daha geçen bir bankayı soymuştu onların fabrikasında da etkin olan malûm örgütlerden birisi. Onlara göre soymamışlardı tabii; sadece “kamulaştırmışlardı”. Bankalardan çalınan paralar, toplanan aidatlar, satılan dergiler… Bunlar sadece görünenlerdi; bir de şüpheler vardı. Hele de o insanın kanını donduran, aklını bulandıran şüphe… Pek çok arkadaşı gibi o da bu örgütçülerin Demirperde ötesindeki büyük abilerinden yemlendiğine inanıyordu. Sahi bu kadar para nereye gidiyordu? Keşke o evlerinde umutla babasını bekleyen çocuklara şeker alındığına inanabilseydi.

“Keşke düşmanım da olsa bu insanlar, o çocukların yüzünü güldürebilselerdi. Hatta her gün grev çadırlarının önünden arabayla geçip şirkete girerken bana küfreden adamlar… O çocukların babaları… Onların kursağına bir lokma olarak girseydi o paralar. Hiçbir babaya ve hiçbir çocuğa yakışmıyor be açlık!”

Şeker yerine memleketin dört bir yanına dağılan silahlar vardı hâlbuki. Bulgar malı, Çin malı, Rus malı, Çek malı… Yedi düvelin bilmem kaç fabrikasında demirden, çelikten, kurşundan eritilen, sonra kalıba dökülen, şekillendirilen, üzerine de kargacık burgacık harflerle, bize yabancı lisanlarla künyesi yazılan, en sonunda ise tam da BİZ’i öldürmek üzere hazırlanıp paketlenen ve memlekete yollanan silahlar…
“Keşke daha az mermi daha çok şeker olsaydı memlekette.” diye hayıflandı Bleda. Gayriihtiyari aklına diğer odada mışıl mışıl uyuyan biricik oğlu Afşın ve çok sevdiği yeğeni Tuğba geldi. Afşın daha dokuz günlüktü. Yumuk yumuk ellerini her tutuşunda içine umut doluyordu. Ya Tuğba… ‘Bizim Uğur Böceği’ ne de çok severdi şekeri. Maraş’tayken her gün bakkaldan alıp, dişleri çürür diye korkan ‘Hatice Sultan’ izin vermediği için ondan gizli verdiği Ülker marka şekerlemeler geldi aklına. Gülümsedi… Az evvel bozulan hâlet-i ruhîyesi düzelmiş, keyiflenmişti. Her keyiflendiğinde yaptığı gibi bir türkü mırıldanmaya başladı.

-Kırmızı gül demet demet
Sevda değil bir alamet…

Bir yandan kravatını bağlıyor, bir yandan da mırıldanmaya devam ettiği türkünün zihninde uyandırdıklarını düşünüyordu.

“Nerden geldi aklıma bu “kırmızı gül”; Allah Allah… Söylemeyeli ne kadar zaman olmuştu? En son Tuğba İstanbul’a geldiğinde söylemiştim sanırım. Nasıl da tutturmuştu bizim ‘Uğur Böceği’, illa kayığa bineceğim diye.”

‘Hatice Sultan’ kızsa da ‘Bleda ve Uğur Böceği ittifakı’ yine kazanmış ve kayık kiralanmıştı. Sonra da kollara kuvvet… Boğazın serin sularında ilerlerken yine keyiflenmiş ve bu türküyü söylemeye başlamıştı. Tuğba da sevinçle ellerini çırpmıştı. Pek severdi dayısının güzel, tok, erkek sesini.

-Kırmızı gülün hazanı,
Ağaçlar döker gazeli,
Kara yağızın güzeli,
Şol revanda balam kaldı.

“Dursun da çok severmiş ya bu türküyü… Ankara’da, Ocak’ta rahmetlinin bacısı Kadriye’ye rastlamıştık da o zaman anlatmıştı. Evde bağlamasıyla çalarmış. Ne güzel bir çocuktu… Bir o mu? Önden gidenlerin hepsi güzeldi. Galiba ‘güzel çocuklar’ son yıllarda her zamankinden daha çok ölüyor.”

Artık hazırdı. Eşi ve Afşın hala uyuyordu. Temmuz sabahının yakıcı sıcaklığı kendini hissettirmeye başlamıştı. Sokakta, apartman kapısının önünde iş arkadaşı ve ülküdaşı Murat’ın arabasının gürültüsü duyuldu.

Gülümseyerek “Çifte Turgutlar geldi.” diye düşündü. Uyandırmaya kıyamadığı eşinin ve biricik Afşınının yanaklarına muhabbet ve şefkatle birer öpücük kondurarak evden çıktı.

***
Tokatlı Hüseyin, arabanın içerisinde rahatsız oturmaktaydı. Arka koltuğun sol köşesine büzülmüştü. Üzerindeki gömlek bel tarafından hafif sıyrılmıştı ve pantolonla gömlek arasında oluşan o boşluğa zaman zaman değen demirin soğukluğu irkilmesine sebep oluyordu. Belindeki silah hiçbir zaman kendisine güven vermemişti zaten. Bir türlü ısınamamıştı şu merete… Keskin bir bıçağın bıçkın havası yahut da mahalle kavgalarında sarıldığı sopanın sağlamlığını severdi. Ruhunun bir tarafı karanlıktı elbet… Ama şu silah ve o lanet, karanlık namludan kusulan ölümler… İşte bunlara bir türlü alışamamıştı.

Seviyordu kavganın içerisinde olmayı. Kavgadayken kendini o ana dek hiç hissetmediği kadar önemli hissediyordu. Bu duyguya yabancıydı. Sloganları haykırırken, yasak bir bildiriyi dağıtırken veya duvarlara kırmızı boyalarla devrime giden yolun güzergâhını yazarken kendi kaderini elinde tutuyordu. Evet; neticede tehlikeliydi ama şu kısacık ömründe ilk defa kendi yolunu kendi çiziyordu. Bu da kendisini büyük, güçlü, kısaca adam gibi hissettiriyordu. Fakat öldürmek… İşte meselenin burası hâlâ midesinde bir bulantının yükselmesine sebep oluyordu. Şoför koltuğunun yanında oturan Cem Abi’sine bunları anlatmaya kalksa alacağı cevabı az çok tahmin ediyor ve bu yüzden aklına doluşan soru işaretlerini durmaksızın yutkunuyordu. “Bunlar halen kurtulamadığın küçük burjuva endişelerin…” diye büyük büyük konuşacaktı Cem…

“Küçük burjuva” lafına takıldı bu kez de… Bakkallık yaparak güç bela geçinen babasını, evde bekleyen annesini düşündü. Babasının utana sıkıla karıştırdığı, fakat efkârla çevirdiği yapraklarını her seferinde -fakir mahalleliyi sıkıştırmamak için- kapatıp çekmeceye kaldırdığı veresiye defterini; anasının, lise dönüşü yollarına bakan nemli gözlerini, durmaksızın dualar mırıldanan dudaklarını hatırladı.

“Küçük burjuva”… Cem’in ve diğer posbıyıklı abilerinin o tiksintiyle ağızlarında çevirdikleri “burjuva, bilinçsiz halk kitlesi, gerici Türkiye halkı” gibi laflarla aslında anasını, babasını, köydeki yün takkeli dedesini ve çocukluk arkadaşı ülkücü Ali’yi kastettiklerini bugün daha iyi fark etmişti. Gerçekten, niye bu kadar geç farkına varmıştı bunun. Üzerine düşünmeye pek vakit bulamamıştı çünkü. Şu son bir sene o kadar hızlı geçmişti ki. -Sağcı olduğunu sonradan abilerinden öğrendiği- edebiyat hocasının üzerine yürümesiyle başlamıştı her şey. Adamın sağcı olması yahut da her gün okula gelirken Tercüman Gazetesi alması ona bir mana ifade etmiyordu. Sadece Edebiyatçı ona hakaret etmiş ve Hüseyin tüm arkadaşlarının gözü önünde rencide olmuştu. O hareketli günün sonunda üst sınıflardan Haydar yanına gelmişti. Olayı duyduğunu ve Hüseyin’in davranışını çok takdir ettiğini söylemişti. Takdir edilmek benliğini okşamıştı. Onaylanmak, güzel kelimelerle muhatap olmak, iltifat duymak kendisine çok ama çok yabancı duygulardı.  Ruhunun derinliklerinde uzun zamandır uyanmayı bekleyen bir noktaya dokunulmuştu. İlk defa keskin, sert bir içkiyi yudumlamış ve çarpılmış gibiydi. Sonra o edebiyatçıyla alakalı bir sürü şeyden bahsetti Haydar. Nasıl bir faşist olduğunu, okuldaki devrimci öğrencilere taktığını, onlara zulmettiğini anlattı. Haydar’ın kelimelerinin birçoğunu anlamıyordu bile. Ama konuşurken yeni arkadaşının yüzüne yayılan nefretten ‘faşist’in kötü, ‘devrimci’nin ise iyi bir şey olduğunu çıkarmıştı. Sonra başka abiler, başka yeni arkadaşlar geldi. Hüseyin’in atak yapısı onları cezbediyor ve bunu açıkça dillendiriyorlardı. Hüseyin de yavaş yavaş onlara alışıyordu.

Bir hafta sonu mahalledeki kahvede memleketlisi Ali’yle oturuyorken kahvenin önünden geçen Haydar onları gördü. Ali istifini bozmamış ama Haydar’ı tanıdığı gerilen yüz hatlarından anlaşılmıştı. Haydar ise dehşete kapılmıştı. Ertesi gün okula gittiğinde Haydar hemen Hüseyin’i kolundan tutup duvarın dibine çekti. Çıkıştı:

-Senin o faşistle ne işin var?

-O faşist değil; diyebildi güç bela…

-Nasıl değil; İstanbul Üniversite’sindeki faşistlerin en önde gelenlerinden hem de… Bir devrimciye yakışır mı öyle biriyle ulu orta oturmak, ahbaplık yapmak?

Hüseyin şaşırmıştı. Ali’yle adeta etle tırnak gibiydiler. Kendisinden iki yaş büyüktü. Onun üniversiteyi kazandığı gün nasıl sevindiğini, sanki kendi kazanmış gibi nasıl koltuklarının kabardığını hatırladı.
Sonra babaları neredeyse kırk yıllık dosttu. Yazları Tokat’ta birlikte sokakları arşınlarken yahut da gecekondu mahallesinin ara sokaklarında sevdiği kızla kaçak kaçak bakışmaya çalışırken arkadaşı hiç belli etmemişti faşistliğini. Hem onunla bir sürü kavgaya girmişti; hiçbir zorlukta Hüseyin’i satıp yarı yolda bırakmamıştı Ali. Hiç böyle biri faşist olur muydu?

Dili döndüğünce Haydar’a bunları anlatmaya çalıştı. Fakat Haydar’ın gözünü kan bürümüştü.
Anlamıyordu.

-Bırak bunları Hüseyin! Sen hâlâ mücadelenin ciddiyetini kavrayamamışsın. Bu yolda eski arkadaşlıkların, tanışıklıkların bir anlamı yok. Senin tek dostun örgüt olmalı… Bir daha görüşme. Hadi benim görmemle bir şey olmaz ama ya Cem Abiler mahalleye geldiklerinde denk gelirlerse… O zaman ne olacak? Ya seni faşistlerin aramıza sızdırdığı bir casus zannederlerse…

Hüseyin bozuldu. Hem Haydar’ın üstü kapalı tehdidi hem de casus zannedilmek, hain sanılmak tehlikesi canını sıkmıştı. Düşündü… Aklına Ali’yle yaşadıkları geldi. Hatıraları gözünün önünden silmek istermiş gibi ellerini savurdu.

-Tamam; dedi. Tamam, bir daha onunla görüşmeyeceğim.

Şimdi oturduğu arabanın içinde birini bekliyordu. Kimi beklediğini bilmeden bekliyordu. O faşistlerden herhangi birisiydi neticede. Ölmeyi hak eden biri… Böyle düşünerek vicdanını rahatlatmaya, duruşunu dikleştirmeye çalışıyordu. Lâkin birazdan hedefin önünü keseceklerini ve tabancasındaki kurşunları onun bedenine boşaltacağını düşündükçe yüreği yine cendereye giriyordu. ‘Faşist’in ne demek olduğunu düşündü. Ali’yi düşündü önce… İlk başlarda Cem yahut da diğer hızlı devrimci abiler ağızlarının doldurarak ‘faşist’ derken aklına babaannesinin köyde anlattığı korkunç masallardaki kötü kalpli devler gelirdi ve hep güleceği tutardı. Ali hiç o devlere benzemiyordu. Acaba bu gelecek adam benziyor muydu o habis masal yaratıklarına? Birazdan görecekti. Hatta o an karar verdi. Kurşunları boşalttıktan sonra hedefteki adamın gözleri hemen kapanmazsa bakacaktı. Faşistin gözlerindeki karanlığı seyredecekti. Merakını yenecekti. Cem’in sesi düşüncelerinden sıyrılmasına vesile oldu:

-Hüseyin, bu iş önemli iş… Gelecek adam büyük balık… Devrimci işçilerin emeğini sömüren grev kırıcılardan biri… Bir de bu eylem Tamer Abi’nin bizzat talimatı…

Sana örgütün ne kadar önem verdiğini, üzerine ne kadar mühim bir vazife aldığını anla diye anlatıyorum sana. Ona göre de bir devrimciye yakışacak keskinlikte ol. Ellerin titremesin.

-Tamam abi…

Tamer Abi’yi hiç tanımamıştı ama hikâyelerini duymuştu. Tek başına girip nasıl faşist yuvalarını dağıttığını, kaç halk düşmanının cezasını kestiğini anlatmışlardı. Evlerinin en önemli yerinde duran, kalın ciltli, yaldızlı kapaklı “Hazretî Ali Cengi ve Hayber Kalesinin Fethi” kitabındaki öykülere benziyordu Tamer Abi’nin yiğitlikleri… Tanımadan sevmişti. Sahi, o büyük devrimci kahraman niçin şu an yanlarında değildi? Madem iş bu kadar önemliydi? O da burada olsaydı? Sonra düşündü… O kim bilir daha ne büyük eylemlere imza atmakta ve devrime giden yolu açmaktaydı…“Hazretî Ali Cengi”ni acaba okumuş muydu Cem? Neticede sürekli Aleviliğin bu topraklarda ne kadar ezildiğinden, devletin bitmek bilmeyen baskılarından bahsediyordu. Devrimle birlikte Aleviler de özgürleşecekti. Yine düşüncelere daldı Hüseyin; bazı akşam yemeklerinden sonra “Bal Tefsirini” okuyan babasının dudaklarından hanelerine dolan huzuru ve anasının aksatmadan tuttuğu Ramazan ile Muharrem oruçlarını düşündü. Ve yine kulaklarında o laf: Küçük Burjuva… Birden kendisine küfredilmiş gibi hissetti Hüseyin… Tokat’ta olsa ve birisi ailesine yahut da -eski- can kardeşi Ali’ye sövse nasıl düşünmeden delicesine saldıracağını; bu terbiyesizliğe yeltenenin ağzını burnunu dağıtacağını düşündü. Hırslandı… Dostluğundan vazgeçtiği Ali’ye, onu şu an okulda zanneden ailesine ihanet etmiş gibi hissetti kendisini. İçinde öfke dalgaları kabardı.

Bu hiddet içinde, Cem’in “Hadi çıkıyoruz” dediğini ve kendilerine bahsedilen beyaz renkli arabanın kırmızı ışıkta durduğunu zor anladı. Kapıyı açıp fırlayan, arabaya doğru koşmaya başlayan Cem’i takip etti ve belindeki tabancayı çekti. Arabanın içinde üç tane adam vardı. Geldiklerini göremediklerinden silahlarına davranamamışlardı. Hüseyin, kendisine biri sövmüş de ondan intikam alıyormuş gibi ardı ardına bastı tetiğe. Otomobilin içine ölüm kustular. Şarjörlerindeki mermiler bittiğinde etrafa kesif bir barut kokusu yayılmıştı. Hüseyin, -gayriihtiyari- arka koltuktaki uzun boylu adamın yüzüne baktı. Eli çantasındaki silahına uzanmış ama çekmeye fırsat bulamamıştı. Yüzünde garip bir beyazlık, temizlik vardı. Dedesinin aksakalları, babasının elleriyle böldüğü ekmeğin o garip buğusu, nenesinin beyaz tülbendinin lekesizliği birden aklına düştü. İçine dağ gibi bir pişmanlık oturdu. Adam güç bela nefes almaya çalışırken onun da boğazına bir yumruk yerleşmişti. Vurduğu faşist hiç de o masallardaki canavarlara benzemiyordu. Bilakis dedesine, babasına, mahalledeki Kore gazisi İbrahim Amca’ya, Ali’ye, kendisine benziyordu. Koşmaya başladı Hüseyin. Kendinden ve günahlarından kaçan adamlara özgü bir hızla koşarak uzaklaştı olay mahallinden.

***
Kapıcı Bekir, apartman sakinlerinin verdiği siparişleri köşe başındaki şarküteriden almış geri dönüyordu. Yol kavşağındaki trafik lambalarında duran beyaz araba en başta dikkatini çekmemişti. Herhangi bir arabaydı… Fakat ışığın yanmasından birkaç saniye sonra ara sokağa park etmiş bir otomobilden fırlayan iki gencin beyaz arabaya doğru koşmalarına hemen dikkat kesilmişti. Uyanık adamdı Bekir. Mahallenin girdisini çıktısını bilirdi. Bir gördüğü yüzü bir daha unutmaz ama kimsenin işine de durduk yere karışmazdı. Neme lazım; ortalık karışıktı. Çok konuşmak da insanın başına ekseriyetle kötü işler açardı.

Otomobilden fırlayan gençlerden birisi 20-25 yaşlarında ve gür bıyıklıydı. Diğeri ise genç irisi denebilecek, lise çağında bir delikanlıydı. Göz açıp kapayana dek beyaz arabanın yanına gelmişler ve ellerini bellerine atmışlardı. O da ne… Karalığında haince pırıltıların dolaştığı, iki tane simsiyah tabaca çıkardılar.

Bekir rastgele sığındığı bir apartmanın girişine pusmuş, öylece kalakalmıştı. Korku dolu gözlerle, bakmak istemese de, olayı seyrediyordu. Belki 20-30 el ateş etmişler ve koşarak uzaklaşmışlardı. Kulağı silah tarrakasından adeta sağır olmuştu. Beyni durmuştu. Ne yapacağını bilemez bir halde kaldı Bekir. Çaresizliği ve korkuyu somutlaştırmak için taştan yontulmuş bir heykel gibi eli kolu kaskatı kesilmişti Bekir’in.

Kendini topladı ve arabaya doğru yürüdü. Yürüdükçe genzini yakan bir koku burnuna doldu. Beyaz arabaya vardığında içerideki üç kişiden birisinin yüzünün kurşunlarla darmadağın olduğunu gördü. Şoför koltuğunda oturanın başı arkaya kaymış ve bembeyaz gömleği kıpkırmızı olmuştu. Fakat gırtlağında oynayan âdemelmasından adamın hâlâ nefes alabildiğini ve yaşadığını anladı. Arka koltuktaki uzun boylu adamın dudakları kıpır kıpırdı. Galiba dua okuyordu. Uzun boylu adamın yüzünde vahşi hayvanların saldırısına uğrayan bir avın çaresizliği değil; ödül kazanmış bir pehlivanın gururu vardı.

Bir an düşündü Bekir; hançeresini yırtarcasna bağırmayı, mahalleliyi ayağa kaldırmayı ve yardım çağırmayı düşündü. Sonra çekindi. En basitinden, en adisinden ve en zorlusundan bir ölüm korkusu yüreğini kavrayıp sıktı. “Ya bu garibanları şuracıkta vuran katiller benim de peşime düşerse…” diye kaygılandı. Elinde hâlâ bırakmadığı poşetleri -sanki koruduğu kendi canıymış gibi- göğsüne bastırıp apartmana koştu. Kan gölüne dönmüş, delik deşik olmuş beyaz arabayı; dudakları kıpırdayan, can çekişen kurbanları; insanlığa ve adamlığa dair ruhunda taşıdığı son kırıntıları gerisinde bırakarak uzaklaştı.

Bir türlü kâbuslarından çıkmayan o güneşli ve kanlı sabahı, uzun zaman sonra karısına anlatırken yüzünü yerden kaldıramayacaktı.

-“Kan sesini duydum o gün karı! Kanın sesi duyulur mu deme sakın… Açık kalmış musluktan iplik iplik sızan suyu duyarmış gibi duydum kan sesini… Allah benim belamı versin be karı!” diyecekti.

***
Dışarıdan baktığında cami çok güzel bir yere benziyordu. Küçük Tuğba, tabeladaki yazıyı her ne kadar okuyacak yaşta olmasa da etrafındaki konuşmalardan adının Ortaköy Camii olduğunu öğrenmişti. Kapıdan içeri girmek istediğinde engel olmuşlar, üstelik kimse görmeden içeri kaçar diye korktuklarından -ki böyle kaçmaları meşhurdu- yanına bir de nöbetçi vermişlerdi. Nöbetçi, dayısı Bleda’nın yanına sürekli gidip gelen, kendisinin de çok sevdiği Oğuz Abi’ydi. Oğuz Abi onu oyalamak için omzunda dolaştırıyor, çikolata veriyor ve sürekli komik şeylerden bahsediyordu. Fakat Tuğba’nın küçücük yüreğinin içinde büyüyen hüznü silemiyordu.

Her şey önce acı acı çalan telefon sesi, akabinde evin her köşesine yayılan koyu bir sessizlikle başlamıştı. Sonra yavaş yavaş yayılan fısıltılar… Sözde duyurmayacaklardı Küçük Tuğba’ya; bu gayret ondandı. Fakat Tuğba her şeyi duydu. “O anlamaz. Küçücük çocuk ne bilsin ölümü…” gibi laflar da işitti belli belirsiz… Biri ölmüştü işte… Ölüm kötüydü; biliyordu. Evdeki süslü kafeste büyük bir özenle beslediği muhabbet kuşunun ölümü kadar soğuk olmalıydı bütün ölümler.

Sonra aniden çıkılan yol… İstanbul…

İstanbul, ‘DAYI’ demekti onun için. Oyun, gezi, mutluluk demekti. “Bleda” demekti İstanbul ve bu yüzden İstanbul güzel bir şeydi. Fakat bu işte bir terslik vardı. Bir türlü dayısını görememişti. Gittikleri her yerde tanıdık yüzler vardı. Hepsinin gözleri nemliydi. Birileri onları çok üzecek bir şey yapmıştı ama ne? Anlamaya çalışıyordu Tuğba. Sonra takım elbiseli, hilal bıyıklı abilerinin yakasına iğnelenmiş dayısının yakışıklı fotoğrafını gördü. Her şeyi o an anlamıştı. “Küçük o; anlamaz”  diyenler çok ama çok yanılıyorlardı. Muhabbet kuşunun öldüğü gibi, Maraş’ta evine sık sık gidip yemek götürdüğü kötürüm Ayşe Nine gibi dayısı da ölmüştü. Ölüm Tuğba’nın aniden boğazına oturan, içtiği suyla da bir türlü gitmeyen düğüm ve hilal bıyık abilerin kanlı gözleriydi. Ölüm çok kötü bir şeydi.

Öfkeli bakışlı ve başları dik abiler, sıra sıra camiden içeri girmişti. Bir vakit sonra etrafında kalabalıkla aydınlık yüzlü bir adam geldi. Geleni, ta uzaklardan tanımıştı Tuğba. “Arslan Dede”… Dayısı öğretmişti böyle hitap etmeyi. Ne zaman böyle dese Bleda Dayısının yüzüne kocaman bir gülümseme yayılır, hemen cebinden bir şeker çıkartıp Tuğba’nın avcuna koyardı. Arslan Dede yaklaştı yaklaştı… Tuğba şaşırdı. Yüzünde tarifi imkânsız bir yorgunluk vardı. Tuğba ölen kuşunu minik elleriyle açtığı çukura yerleştirirken de böyle bir his duyduğunu hatırlıyordu. Herhalde Ayşe Nine çok ihtiyar olmasaydı ve yaşayan bir babası olsaydı onun da yüzü böyle olurdu. Galiba ölüm yorucu bir şeydi.

Ölümü düşündü Tuğba. Hiç kimse bilmiyordu ama o ölümü bugün çok iyi anlamıştı. Ölüm, bir daha dayısını görememek, onun sesinden şarkılar dinleyememek demekti. Bir daha çikolatalar o kadar tatlı, İstanbul o kadar güzel olmayacaktı. Bir daha sandala da binmek istemeyecekti. Artık hiç kimse ona parlayan gözlerle bakıp “Uğur Böceği” demeyecekti.

Aşağıdan yukarı bir daha süzdü camiyi Küçük Tuğba. Denizin dibine oturmuş, Boğaz’ı seyreden redingotlu bir İstanbul beyefendisine benzeyen bu cami, Tuğba’nın gözüne çok çirkin göründü. Başını yere eğdi. Yutkundu. Düğüm hâlâ boğazındaydı. Bir daha bu camiyi hiç sevemeyecekti Tuğba ve ağlamadan önünden geçemeyecekti.

***
Güneş tepede duruyordu. Bunaltıcı sıcağa bir de tartışmanın harareti eklenince sinirler iyice gerilmişti. Kahramanmaraşlı Oğuz, İstanbul Siyasal’da okuyan ülkücü öğrencilerdendi. Hem hemşerisi hem ülküdaşı olan Bleda Aybars Tekin’in naaşını memleketine götüren konvoyun içindeydi. Cenazeyi ve yakınlarını taşıyan arabaların önü yine asker tarafından kesilmişti. Bir yüzbaşı lakayt tavırlarla etrafına bağırıyor, erler otomobillerin içini arıyorlardı. Zaten Bleda’nın bedeni otopsiden çıkartılırken de, defin merasiminde bulunmak isteyen ülkücüler yola revan olduğunda da kahpe düzenin hâkî renkli muhafızları ellerinden gelen zorluğu çıkartmışlardı. Nüfusu Kahramanmaraş’a kayıtlı olmayanları İstanbul dışına salmamışlardı.

Yüzbaşının öfkeyle kızarmış suratında, sağı solu tarayan kısık gözlerinde anlamsız bir kin vardı. Bir an zamanın ve mekânın yanlış seçildiği değişik bir tiyatro oyununda olduğunu düşündü Oğuz. Tüm bu olup biten ‘temsilî düşman işgalinden kurtuluş’ törenlerindeki acemi gösterilere benziyordu. Şu adamlar da imkânsızlıktan üzerlerine alelacele Türk askeri üniforması geçirilmiş temsilî Fransız askerleri olduğunu düşündü. İşgalci olarak geldikleri Maraş’ın temiz toprağını postallarıyla kirlettikleri yetmezmiş gibi şimdi de halka zulmediyorlardı. Birazdan Sütçü İmam’ı canlandıran, takma sakallı bir adam elinde kurusıkı mermi atan bir revolverle şu Yüzbaşı’yı vuracak ve ahaliye hamasî bir nutuk atıp direnişe çağıracaktı. Herhalde böyle olmalıydı. Yoksa bu toprakların öz evlatlarına, “Peygamber Ocağı”nın Mehmetler’inden gelen bu zulmün başka bir izahı yoktu. Neden sonra, memleketteki temsilî gösterilerde nasıl herkesin Sütçü İmam olmak istediğini, Fransız askerlerini canlandıracak adam bulmakta ne kadar zorlanıldığı aklına geldi. Güldü… Zaten huyu böyleydi; ne zaman ciddi bir şey olsa güleceği tutardı. Başka bir şeyler düşünmek için çevresine bakındı. İlerideki cenaze arabasında yatan yeşil tabutu görünce zihninde canlanan her şey yeniden nefessiz kaldı.

O meşum haberi aldığındaki halet-i ruhîyesini hatırladı. Bleda Abisi’nin katledildiğini öğrendiğind

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!