Zayıf, eli kolu bağlı bir devlet anlayışı 19. Yüzyıl liberal demokrasisinin genel karakteristiğidir. Bu devirde devlete yüklenen belirli görevler vardı: Rekabete, her çeşit özel girişime ve serbest piyasa kurallarına hiçbir şekilde engel olmayacak bir çeşit seyirci mekanizma. “Bugün ise tekno-demokrasinin ihtiyacı olan kuvvetli, topluma ekonomik ve sosyal bir düzen verebilecek yetenekte, üretimi ve mal değişimini, dış pazarlar bulunmasını sağlayabilecek bir devlet anlayışı yaygındır”. Bu anlayış, sonuçta özgürlüğünü her türlü otoriteye bu arada devlete karşı sorgulayan bireyin doğmasına neden olmuştur.
Kültür sınırlarının bir devletin siyasi sınırlarından çok daha önemli olduğunu da son etnik ve kültürel çatışmalar belirgin hale gelmiştir. Asıl olan, turizm, ticaret, medya ve internetle birbirine bağlı hale gelen insanların hangisinin daha etkin bir felsefi ve kültürel birikime sahip olduğudur.
Gelecekte mücadele, kişinin sınırları ile devletin sınırlarının kesiştiği noktalarda meydana gelecektir. Çünkü günümüzde kişinin özgürlük isteği ile devletin beklentileri arasında büyük farklılıklar oluşmuştur. Çatışma da bu farklılıklardan kaynaklanmaktadır. Kişinin temiz hava, temiz su, temiz toprak, radyasyonsuz çevre ihtiyacına karşı, devlet ile halkın fabrikalara, nükleer santrallere, çöplüklere ve madenlere ihtiyacı vardır.
Birey daha çok özgürlük, daha fazla katılımcılık, insan haklarına, çevreye ve hukukun üstünlüğüne devletin daha çok riayet etmesini isterken, devlet; özgürlük, katılımcılık, çevre, hukuk ve insan hakları konusunda otoritenin ve düzenin hiçbir surette tehdit edilmesine müsaade etmek istememektedir.
Bireyin kendi isteğiyle kendi hayatını sona erdirme hakkı, kendi cinsiyetini değiştirme hakkı, istediği gibi genlerle ilgilenme hakkı istemesine karşın, devletin bu konuları etik ve genel yarar gerekçesiyle sınırlandırmak istemesi, devletle bireyi felsefi ve kültürel anlamda karşı karşıya getirmektedir.
Afrikalı kadının zorla sünnet edilmesine karşı çıkışı, devletine karşı bir baş kaldırı olarak kabul edilirken, bu durumun Batı devletleri tarafından insan hakları sorunu olarak görülmesi, birey ve tebaası olduğu devletle arasındaki sorunu evrensel kılmaktadır.
Devlet, her anlamda otoritesini geliştirmek ve genişletmek isterken bireyle bunun özgürlüklerinin kısıtlanması anlamana geldiğini düşünmektedir. Vilde “Bütün otoriteler aynı ölçüde kötüdür” derken, Godwin bunu, “Yürekten itaat edeceğim tek bir iktidar var: Kendi aklımın kararı, kendi vicdanımın emrettiği” diye ifade etmektedir. Ünlü Prudhon ise daha da ileri giderek şöyle der: “Her kim beni yönetmek için elini üzerime koyarsa, o bir gaspçı ve bir despottur; onu düşmanım ilan ediyorum.”
Ölüm orucu, bireyin öz yaşamına ilişkin özgürlüğünü, negatif bir biçimde kullanması anlamına gelmektedir. Kişilerin en temel hakkı olan, yaşam hakkının ölüm orucuyla ortadan kaldırmaya yönelik bir anlayış karşısında devlet, seyirci mi kalmalıdır? Birey anarşist bir söylemle ‘her türden otoriteyi, özgürlüklere indirilmiş bir darbe’ olarak değerlendirirken, dışarıdan kendisini yaşatmak için yapılacak bir müdahaleye sıcak bakması düşünülemez.
Nedeni ne olursa olsun özgürlüklerin üzerindeki sınırlara itiraz, sonunda bireyi “anarşist” bir felsefeye götürürken, özgürlükleri şu veya bu nedenle sınırlandırmayı varlık sebebi yapan yönetimi de “diktatoryal” bir anlayışa ulaştırır.
Kişinin sınırları ile devletin sınırlarını, ya da kişinin sınırları ile toplumun sınırlarını kesinlikle belirlemek de mümkün olmamaktadır. Bu sınırlar “med ve cezir” gibi zaman zaman daralıp genişleyebilmektedir.
Demokrasi halkın egemenliğini, anarşizm ise kişinin egemenliğini savunmaktaydı. Kişinin sınırları ile devletin -bir anlamda demokrasinin- sınırlarının yeniden karşı karşıya gelmesi, günümüzün hâlâ en önemli sorunu olarak önümüzde durmaktadır.