12 Eylü’ün20. Sene-i Devriyesinde
Mânidar bir istidrat ve
BİR PAKET KESTANE ŞEKERİ…
Ne zamandır yazmayı düşünüyordum onu… İsmail Şimşek’i… Zihnimin kursağında takılı kalmıştı yıllardır; ne unutabildim; ki unutmak istemedim de; ne de kimseye hatırlatabildim; bir-iki başarısız hatırlatma seansı haricinde. Onlar da zaten ilgilenmemişlerdi; ilgilenmediler; çünkü, derelerin altından o kadar çok su akmıştı ki; akmış ki ve akıyor ki!..
…………………..
12 Eylül darbesi, artık yalnızca, hani o belgesel sunucularının en profesyonel seslerini takındıkları anlatımlarıyla sunduğu ve öğrenci olaylarının siyah-beyaz, aslında kıpkırmızı görüntülerinin refâkat ettiği bir kaç televizyon proğramına malzeme olacak derekeye düştü. Darbenin hayatta kalan mimarları ile yapılan röportajlar, ülkenin kıyısına yuvarlandığı uçuruma(!) dair korkutucu ölüm sahneleri, Sanayağı kuyrukları, zenginler kulübünün hükümete verdiği muhtıra niteliğindeki gazete ilânları, günde bilmem kaç kez kalkan cenazeler, öğrenci/işçi boykotlarının hızla ekranlardan aktığı görüntüler ile geçiştirilen ve ‘Bu ülke ne bâdireler atlattı’ demeğe getirilen mesajlarla yüklü bir kaç proğram ve alınan mesaj; ‘Allah bir daha o günleri göstermesin’.. hepsi o kadar…
Duvarlara, konjonktüre uygun olarak kırmızı boya ile yazılmış ‘Zam Zulüm İşkence İşte CHP’ veya ‘Faşizme Geçit Yok’ sloganları, ‘Olur mu böyle olur mu / kardeş kardeşi vurur mu’ türküleri, Cem Karaca, Edip Akbayram ve Melike Demirağ şarkıları, diğer tarafta, ‘Bozkurtların Başbuğları kükreyince Söğut’te / soluk yapraklar uçuşur, dökülür her nefeste’ marşları ve boyundan büyük işlere kalkışan, boyundan büyük işlere soyunan gencecik insanların, bir gözü arkada tedirginliğine bürünmüş sert, kararlı ama bir o kadar da yorgun bakışları, mezarlık başlarında, toprağa verilen arkadaşların ardından, şimdi unuttuğumuz bir mezar taşının başında, uzun saçlı, İspanyol paça pantolonlu, bakırdan veya nikelden yapılmış iri bir bozkurt rozetinin iliklendiği yeşil parkalı veya geniş yakalı ve beli iri tokalı bir kemerin sıkıca düğümlendiği pardösülü, boyasız ayakkabılı, sarkık bıyıklı, intikam duygularının galip geldiği bakışların yerleştiği keskin gözlerin sahibi bir genç ve elinde megafon ettirdiği yeminler:
“Allah’a, Kur’ân’a, bayrağa yemin olsun, şehitlerim, gazilerim emin olsun! Ülkücü Türk Gençliği olarak, komünizme, faşizme ve her türlü emperyalizme karşı… kavgamız; son nefer, son nefes, son damla kana kadardır… kavgamız turana kadardır… Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin!..”
Sağa sola talimatlar yağdıran bir sonraki ‘muhtemel şehit başkanlar’ ve bu talimatları boyundan büyük bir ciddiyetle uygulayan potansiyel şehitler hep bir ağızdan ve hançerelerini yırtarcasına ‘amin!’ diye bağırırlardı…
Aynı ânda başka mezarlıklarda, aynı gencecik yaşlarında ‘devrim şehitleri’ verilirdi toprağa, benzer törenlerle, benzer yeminlerle…
Onlar marş söylerlerdi, bizler yemin eder, Fatiha okurduk,
tek farkımız mıydı acaba?
mezarlıkları; onlar da unuttu, biz de unuttuk!..
O günlerin, bugün yerin üstünde kalan/kalabilen kahramanları artık büyüdüler, büyüdük…
Boyumuzun erdiği işlerle uğraşmağa başladık. Ne gariptir ki, boyumuzun ermediği işleri yaparken ‘daha mı başarılıydık?’ acaba diye soruyorum kendi kendime. Veya boyumuzun ermediği işlerle ilgili daha mı samimî idik, daha mı saf, daha mı hasbî, daha mı hesapsız?
………………….
12 Eylül’ün tedâi ettirmesi gereken ve efsâne hâline gelmiş o kadar çok trajedi var ki! W. Şhakespeare’in tragedyalarına rahmet okutturacak cinsten. Üstelik bahse konu trajedilerin pek çoğunun muhatapları ve hemen hepsinin mağdurları henüz hayatta. Her geçen gün bir başka tafsilâtını unutuyoruz kendi trajedilerimizin. Belki de hatırlamak istemiyoruz! Bu da unutmak istediğimizin tersinden bir delîli belki de!.. Eğer öyle ise; vâ-esefâ!..
………………….
Onu yazmak istiyordum ne zamandır… İsmail Şimşek’i…Yazılı bir belge hâlinde kalsın istiyordum, tarihe düştüğüm mütevazı bir not olarak yaşasın istiyordum, dünya ile birlikte… Belki birileri çıkar da çok zamanlar sonra, bize dair bir iz ararlar ise, bir iz de onu bulsunlar istiyordum. Mezar taşının yerinin hâricinde, Ondan bir hatırâyı yazmak istiyordum uzun zamandır; bir 12 Eylül sene-i devriyesine denk gelsin istemişdim… Ölümünün ardından ondört yıla yakın bir zaman geçti…
İsmail Şimşek Ankara Eğitim Fakültesi öğrencisi idi…
MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Dâvâsı’nda sanıktı. Yozgat-Yerköy Buruncuk köyündendi.. Ankara Ülkü Ocakları yönetim kurulu üyesi idi. 12 Eylül darbesinde o da yakalanıp, Mamak Cezaevi’ne giden işkenceli günlerden geçerek, yıllarca cezaevinde kaldı. Orada hastalandı; hastalığı sirozdu. Çok iyi bakılması gerekiyordu ve hastane ortamında yoğun tedaviye ihtiyacı vardı. Hastaneye sevk edildiğinde iş işten çoktan geçmişti. Tedavi ile iyileşme ihtimali iyice zayıflamıştı… Ankara/Mevkî Hastanesi’nde tutuklu koğuşunda yattı bir süre… Ortopedi bölümündeki bir tabip subayın yardımı ile görüşebiliyor idik; Tabip Selim Kaptanoğlu’nun yardımı ile… Hastanede çok sıkılıyordu, sağlık durumu hakkında kendisi de ümitsizdi, ölümden söz etmeğe başlamıştı. Ve ara sıra hastaneden çıkıp, Ankara/ Bağlar caddesinde, teras katındaki bekâr evimize kaçar gelirdi. Bir kaç saat geçirdikten sonra beraber dönerdik hastaneye. Hastaneye götürüp ayrılırdım.
Yine o günlerden birinde teras katındaki bekâr evimizin zili çaldı, sabah 10.00 sularıydı. Açtım, İsmail karşımda duruyordu; bitkinliğin alenen okunduğu yüzündeki sarılık gözlerinin yuvalarını tamamen kaplamıştı; “Yorgunum. Bana şekerli su hazırla hemen” diyebildi yalnızca… Yatağıma uzandı. Ben ise “hemen hazırlıyorum” diyerek uçar gibi karşımızdaki bakkala koştum, cebimde şeker alacak param yoktu maalesef, bakkaldan borç isteyerek şekeri aldım ve şekerli suyunu hazırlayıp bir-iki bardak içirdim. Biraz kendine geldi. “Seninle mühim bir şey konuşacağım” dedi, sesi ağlamaklı, olabildiğince duygulu ama bir o kadar da kararlı… “Daha sonra konuşuruz” dedi isem de dinlemedi… “Bu söyleyeceklerim sana vasiyetimdir” dedi, yutkundu, hakikaten zor konuşuyordu. Hıçkırıkların boğazımda yumruk olduğunu o kadar iyi hatırlıyorum ki, bu satırları yazdığım şu ânda aynı hıçkırıklar sanki bir yerlerde saklı duruyormuşcasına çıktı geldiler yine boğazıma…
“Bak kardeşim, benim zamanım çok sınırlı, bu dünyada fazla vaktim kalmadı… Memlekette benim hisseme düşen bir tarla var, abimle konuşacağım ve tarlayı sattırıp parasını isteyeceğim. Bu paranın … miktarını cezaevindeki arkadaşlara göndereceksin, kalan kısmını ise tamamını …. Başkan’a göndereceksin.. Onun oralarda paraya ihtiyacı vardır… Ben ölürsem abimle konuşursun…”.
Sustu… Göz yaşlarıma genelde hakim olamayacak kadar sulu gözlüyümdür aslında, ama tazyikin bu kadarına nasıl dayandım; bilmiyordum; “Tamam, sen merak etme” dedim ve bir bardak daha şekerli su verdim… Oturduk, oradan buradan sohbet ettik.. Dışarıdaki mağdur arkadaşların durumlarını soruyordu. İyilikte ve kötülükte aynı duygulara boyun eğen arkadaşlarını-dostlarını soruyordu…
Çocukluğumuzun romancısı Panait İstırati’nin dediği gibi; ‘Dostuna üzüntü vermektense saatte bin kere aldanmayı yeğleyenlerden”di İsmail Şimşek… Günün birinde dünyanın sâyesinde ancak kurtulabileceği bir sevginin şâhikasını sunuyordu bana o ân, sonsuzluklar sonsuzluğunda kut’lanan bir sevgiyi sunuyordu; lezzeti kulaklarımda ve gönlümün derûnunda hâlâ tâzeliğini muhafaza etmekte olan kutsal bir emânet gibi, sevgisini sunuyordu… Doya doya içtiğimi hatırlıyorum o sevgiyi…
Bir ara güldü ve, “Ha! Sahi unutmadan bana gene kestane şekeri getirtir misin?” dedi ve hemen vazgeçti, “Neyse yâ hû! Pahalıdır o, boş ver!..”.
“Getirtirim” dedim, “getirtirim, sen merak etme”…
Hastaneye döndük; taksi parasını Libya Caddesi, 23 Numaralı dükkânın sahibi berber Erol Abi’mizden den borç almıştım; geri ödeyemediğimiz ve bunu kendisinin de bildiği borçlardan…
Ben tekrar şehre döndüm, aklımda bir daha görebileceğimden endişeli olduğum İsmail Şimşek…
Telefon ettim yeğenim Faruk’a, “Bana hemen bir paket kestane şekeri gönder, acele ama, hemen” dedim. Ertesi gün Tandoğan’daki eski terminale gidip alacaktım…
Sabah Suat Başaran geldi eve… Yüzü her zamanki gibi asıktı… Alışkın olduğum için bir mânâ vermeğe bile çalışmadım… Ama bu sefer kendisi açıkladı durumu; “İsmail ölmüş” dedi kısaca ve sessizce, hepsi iki kelime; “İsmail ölmüş”… Bu durumlarda aslında ilk tepki, ölenin kim olduğuna dair sorudur; ve ben aslında “Hangi İsmail” demeliydim şaşkın şaşkın.. fakat, demedim, diyemedim; galiba aklımda ve hayatımdaki ölüme en yakın insandı, ölüme en yakın İsmail’di; İsmail Şimşek…
Kestane şekerini almağa gidemedim terminale… O günden sonra çok uzun zaman kestane şekeri yiyemedim… Fakat artık yiyorum; her seferinde İsmail Şimşek’e sımsıcak Fatihalar göndererek. Sizler de kestane şekeri yiyorsanız eğer zaman zaman, İsmail Şimşek’e Fatihalar göndermeyi ihmâl etmeyiniz…
………………
12 Eylül’ün yirminci sene-i devriyesinin her sene olduğu gibi bana tedâi ettirdiği hâtıralardan yalnızca birisi beyânındadır, bu sefer İsmail Şimşek’i paylaşmak istedim sizlerle…
………………..
O tarla satıldı mı bilmiyorum. Ama satılsa idi, parasının bir kısmını cezaevine gönderecektim, kalanını da …. Başkan’a; çünkü … Başkan’ın o zaman paraya ihtiyacı vardı… Aradan uzun yıllar geçti, bahse konu Başkan’a anlattım bunları… Ne mi oldu anlatınca? Hiiiiç!.. Şimdi paraya ihtiyacı yok o Başkan’ın…
İsmail Şimşek’in ise hiçbir şeye ihtiyacı yok artık, hatırlanmaktan ve Fatiha’dan başka…
Not: Yıllardır merhum İsmail Şimşek’in fotografını arıyordum.. İsmail Şimşek’in okul arkadaşı Hasan Hüseyn Akagündüz Bey altı adet fotografını yolladı, kendisine müteşekkîrim. Yukarıdaki fotograf o altı adet fotograftan birisidir.