Anne – Marie Thiesse, La creation des identites nationales’de “Bir milletin asıl doğuşu, bir avuç insanın onun mevcut olduğunu açıkladığı ve bunu kanıtlamaya giriştiği andır” diye yazmaktadır.
Ben bu tanımlamayı, Mustafa Kemal’in “İstiklal Mücadelesi”ne başlangıcının ve sürdürülmesinin çok iyi bir tarifi olarak görürüm. Yeni bir manifesto kabul edilebilecek olan Amasya Tamimi, Erzurum ve Sivas Kongreleri ve ardından Kurtuluş Savaşı ile bu manifestoda ifade edilenlerin kanıtlanması gibi…
Bizim bugün böyle bir tarif yapma ve devletimizin nasıl kurulduğunu ve yaşadığını doğru saptama zorunluluğumuz var. Çünkü kafa karışıklığımız had safhadadır.
Paul Dumont; Mustafa Kemal’in Anadolu’yu işgal edenlere karşı verdiği savaşı “Türk Kurtuluş Savaşı” olarak tanımlıyor. Yani bir “Kurtuluş Savaşı” yada “İstiklal Mücadelesi” olarak değil. Bu savaşı Türk’ün yaptığı bir savaş veya mücadele olduğu, bu tanımlama da özellikle vurgulanıyor.
Yine “Türk Kurtuluş Savaşı” sadece ordular arasında bir mücadele olmakla kalmadı, aynı zamanda çeşitli lobiler arasında yoğun bir şekilde yaşanan bir dizi çatışmaya da sahne oldu. Türk Ordusu’nun askerleri dikenli teller ardında, siperlerinde sıkışmış bir durumda, düşmanla cebelleşirken; İstanbul, Paris, Roma, Londra, Washington ve bunların yanında hem eski hem de yeni kıtanın diğer büyük kentlerinde, bir çok baskı gurubu kendi özel çıkarları için birbirleri ile Türkiye için rekabet halindeydi. Bugünde öyle değilmi? Küresel güç odakları, bizim iç meselelerimizi, kendi menfaatleri yönünde şekillendirmek için kıyasıya rekabet etmiyorlar mı? Örneğin Türkiye’nin cumhurbaşkanı onlar için neden bu kadar önemli?
Doğaldır ki; bu çekişmenin içinde olanlar sadece Türk ve Türkiye düşmanları değildir. Menfaatleri konjöktüre göre Türk ve Türkiye ile kesişen Türk yanlısı lobilerde vardı ve halende vardır!
Batılılar, Türk Milliyetçiliğini son yüzyıldır, Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Ortadoğu’nun kavşak noktasında her ne kadar biz görmesek de hesaba katılması gereken bir güç olarak görüyor. Türkiye’nin günümüzdeki sınırlarının oluşturduğu dörtgen içinde, bir Türk milletinin varlığını, bizi yöneten AKP iktidarı gibi asla inkar etmiyorlar. Türk Milliyetçiliği; bütün dünyanın gözünde Kıbrıs, Ege sorunları, Balkanlar, Kırım, Türkmeneli denilince Türklerle ilgili ortaya çıkan krizlerde daha çok müşahede ediliyor. Batılıların; “Türkiye’yi tanıyanların, milli duygunun ne kadar güçlü olduğunu iyi bilirler” kanısı da dikkate değerdir. Bu da ortaya Türklerin; devletlerine, dillerine ve tarihlerine ne kadar tutkulu bir bağlılık içinde olduğunu gösterir.
Türk’ün bu hasletleri nedeniyle, Türkler ve Türkiye üzerinde menfi veya müspet bir rekabet içinde olanlar, kısaca “Türk Milliyetçiliği” olarak tarif edeceğimiz olgunun gücünü, pozisyonlarına göre kimi zaman gıpta kimi zamanda kaygıyla izlerler.
İşte bizim bir Türk olarak bilmemiz gerekenlerin ana hatları bunlardır. “Türkiye Cumhuriyeti devleti nasıl kurulmuştur? Nasıl yaşatılmıştır? Bugünkü sorunları ve saldırıları nasıl def edecektir?” gibi çoğaltılabilecek soruların doğru cevaplanması gerekir.
Bu coğrafya da binlerce yıldır millet olarak tutunmak ki; Türkler bunu başarmıştır ve yeni bir devlet kurarak varlığını idame ettirmek hiçde kolay olmamıştır. Günümüzde yaşadıklarımız, tarihte yaşanan zorlukların yanında, hiç kalır. Bu sebeple boşluk bırakmadan ve doğru taşları döşeyerek hedefe ulaşmalıyız. Unutmayın; savaşların metodları da köklü bir biçimde değişiyor. Türk Milleti geçmişe takılıp kalmadan yeni zaferlere hazırlık yapmalı ve kendisi ile uğraşan iç ve dış düşmanları yenilgiye uğratmalıdır. Hayatta atılacak her adım, bu kapsam içinde değerlendirilmeli ve kendin için yaşadığın kadar, Türk milleti ve devleti içinde yaşamalısın.