Bâtıla Saldırmaksızın Hakkı Savunmak Mümkün müdür? – Mete Aksoy

Sorunun İslamî tarafı  kadar genel, felsefî tarafı da çok önemli. Vereceğimiz cevap hayata bakışımızı, karakterimizi kısacası hayat felsefemizi de yansıtacaktır. Bu bağlamda, Türk milliyetçilerini derinden ilgilendiren bir soru. Ben bu nedenle bu yazıda sorunun cevabını Türk milliyetçiliği fikir sisteminin ışığında arayacağım.   Cevabı bulabilmemiz için sorunun diğer versiyonlarından da yola çıkabiliriz. Örneğin, “Kendimizi korumamız düşmanın lehine midir?” Kendimizi korumamız nasıl düşmanın lehine olur demeyin. Olur! Tehlikenin filozofu Nietzsche bakın nasıl cevap veriyor: “Bir taraf, örneğin kuşatılmış bir şehir,  bazı kesin şartlarla teslim olmayı düşünürse, şartlarını kabul ettirmesi için öne süreceği tehdit, eğer şartları kabul edilmezse, bu teslim olan tarafın kendini yok etmesi, şehri yakıp yıkması tehditi olmalıdır. Bu şekilde eşitlik sağlanır. Kendini korumak daima düşmanın lehinedir.”[2] İngilizceden çevirim biraz karışık olabilir açayım: Nietzsche diyor ki, ölümü göze almazsanız şartlarınızı düşmana kabul ettiremezsiniz! Dolayısıyla düşünceniz kendinizi korumak olursa, bu düşmanın lehine olacaktır.
  Liderlik sanatı konusunda kafa yoran diğer bir filozof, Andre Maurois de aynı düşüncededir. Liderler ve Krallar adlı derin eserinde veciz ifadelerle bu durumu şöyle ifade etmektedir: “En kanlı savaşların suçlusu kimdir? Cesur, enerjik ve güçlü iradeli liderler midir? Kesinlikle hayır. Suçlu, genellikle uysal ve merhametli devlet adamıdır çünkü bu devlet adamının yumuşaklığı ve uysallığı komşuya  herşeyi yapabileceğine dair cesaret verir.”[3] Aynı görüşü Atatürk “Tehlike insandan kaçar!”[4] şeklinde savunmaktadır.
  İşte burada cesur savaşçılara özgü bir mantık ortaya çıkıyor. Rasyonel olmayan ama tarihin büyük liderlerinin dünyayı titreten güçlerinin arkasındaki “irrasyonel”, “akılcı olmayan” büyük ve güçlü mantığın sırrı gözlerimizin önüne seriliyor: Aslında kendimizi korumamamız, dağları yerinden oynatıyor ve aslında bu pervasız, cesur ve atak tavırla kendimizi korumuş oluyoruz.
  Şimdi bu noktada bazı okuyuculardan rasyonalizm yani akılcılık güzellemeleri gelecektir. Elbette ki eleştirdiğim akılcılık, korkaklığa ve kendine olan güvensizliğe kılıf olarak giydirilen “akılcılık”. Yoksa aklı eleştirmek bir garabet olurdu. Dünya tarihinin belki de hiçbir büyük olayı bu eleştirdiğim “akılcılıkla” gerçekleşmemiştir. İnanç, cesaret, yürek ve azimle gerçekleşmiştir. Akılcılık sebat için bir ölüm öpücüğüdür! Belki de hiçbir büyük liderin ilk çıkış noktası akılcılık değildir. Örnek mi? Atatürk! İşgal edilmiş, orduları dağıtılmış, halkı savaşlardan kırılmış bir ülkede, Samsun’a çıkmak akılcılık felsefesiyle açıklanamaz herhalde! Düz olduğuna ve ucuna varılınca gemilerin boşluğa düşeceğine inanılan bir dünyada devamlı batıya giderek, doğuya varılacağına inanmak da çok akılcı değil mi? Devamlı batıya doğru giderek, doğuya varmak. Evet çok rasyonel! Yahudilerin 2000 sene sonra kendi devletlerini kurmasının da akılcılık felsefesiyle olduğunu söylemeyeceksiniz herhalde. Atsız’ın dediği gibi, Babur’un 10.000 kişiyle bir kaplan gibi Hindistan’a dalması da pek akıl kârı bir iş değildi ama bu akıl kârı olmayan işlerle, Türkiye küllerinden yeniden doğdu, Amerika kıtası keşfedildi, 2000 sene sonra İsrail devleti kuruldu ve Hindistan’da 300 sene sürecek bir Türk imparatorluğu kuruldu!
  Türk milliyetçiliği fikir sistemi bâtıla saldırarak hakkı savunmak esası üzerine kurulmuştur ve atılgan, dinamik ve savaşçı bir ruha dayanır. Hatta kendi görüş açılarından Marksist felsefede bu esasa dayanır. Marksist felsefe artık neredeyse tarihten silindi ama milliyetçilik akımı her ülkede eskisinden de daha güçlü bir şekilde yaşamaktadır. Fakat artık bu enerjik ruh yok olmaya başlamıştır. Türk milliyetçilerinde kendini sakınmak ve kendini korumak hastalığı belirmeye başlamıştır. İşte bunu gören birileri, bunu suistimal etmekte, iki bayrak istemekte, anayasadan Türk ismini çıkarmaya çalışmakta ve dizilerde, tartışma programlarında ve gazetelerde Türk milliyetçilerini devamlı aşağılamaya çalışmaktadır. Hz. Ali için yazılan şu cümleler adeta kendi fikir çerçevesi içinde günümüz Türkiye’sindeki  Türk milliyetçisinin durumunu tasvir etmektedir: “İslam’ın tarihe adım attığı ilk andan itibaren İslam ile birlikte olan, İslam’ı ilk kabul eden kişi olarak Peygamber’in son nefesine dek savaşta, barışta, eğitimde ve hatta özel hayatında onunla birlikte olan… Peygamberden sonra da yaşamın son anına dek daima tüm düşünsel, duygusal, pratik yaşamını ve varlığını imanın ve sorumluluğun hizmetine adayan ve İslam’a kılıcıyla, sözüyle, kalemiyle, tedbiriyle, takvasıyla, bilinciyle ve liyakatiyle can veren Ali, yalnız kalıyor, suçlanıyor, mahkum ediliyor, darbe yiyor ve herkes onun etrafından dağılıyor. Dost, düşman, hain, mümin, kafir, müşrik…herkes ve herkes… Hepsi bir olup fiilen onun karşısına dikiliyorlar.”[5] Günümüzde de dost, düşman, hain, mümin herkes ama herkes Türkiye cumhuriyetini küllerden yaratan Türk milliyetçisinin karşısına dikilmiştir. Peki neden? Kanımca doğru cevabı yukarıda Nietzsche veriyor. Kendimizi korumamız, kendi güvenliğimizi fazla düşünmemiz, daima düşmanın lehine olduğu için. Bir Türk milliyetçisinin aldığı en büyük övgü hiç sesini çıkarmamasıdır. Yandaş medya tarafından daima bir sokak hareketi çıkartacaklar ithamıyla Türk milliyetçileri sindirilmeye çalışılmaktadır. Bu durum da bâtıla saldırmaksızın hakkı savunmanın imkansız olduğuna inanan Türk milliyetçilerinin genetiğine ters düşmekte, Türk milliyetçisi bir nevi kimlik bunalımı yaşamakta hatta başka fikir sistemlerine kendisini yamama zilletine düşebilmektedir.
  Türk milliyetçiliği fikir sistemi içinde barındırdığı atak, enerjik, dinamik ve korkusuz tavrı günümüzün modern ve demokratik hayat tarzına kanalize etmek zorundadır. Çözüm, bu ruhu, medyanın psikolojik operasyonlarıyla öldürmek değil, daha da güçlendirerek günümüzün ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirmektedir. Artık sopanın ve silahın yerini, bilgisayarlar ve kitaplar almıştır. Türk milliyetçisi sokak savaşı yerine artık fikir savaşını tercih etmeli ama fikir savaşında 80 öncesi gösterdiği korkusuzluğu, atılganlığı, enerjiyi ve ofansif ruhu gösterebilmelidir. Hakkı savunmak için batıla saldırmanın gerekli olduğunu hergün kendine bir kaç defa hatırlatmalı ve bu ruhu kaybetmemeye çalışmalıdır. Böylece, savaşçılara özgü bir psikolojik üstünlük elde edecek ve psikolojik operasyonlara karşı kılıcını ve kalkanını kuşanmış olacaktır.
  Peki daha yumuşak, daha barışçı, daha hoşgörülü, kimseyi rencide etmeyen, daha mülayim bir yolla, yani batıla saldırmaksızın hakkı savunmak mümkün değil midir? Değildir, çünkü “Daha mülayim, daha barışçı, daha iyi, daha akıllıca, daha baş ağrıtmayan, daha zekice yollar bulunsaydı ve eğer insanlık dilinde “hak” söylendiğinde hakkı istemeyen kimselerin rencide olmayacakları kelimeler ve tabirler bulunsaydı; şüphesiz herkesten daha önce tüm bu yolları, göğün yollarını yerin yollarından daha iyi bilen, bir hitabet kahramanı, sözü kendisine mum gibi ram eden, sözü seçiş, söyleyiş ve yazış tarzının bir eşine daha rastlanmayan Ali keşfederdi.”[6]
  Bu nedenle, bâtıla saldırmaksızın hakkı savunmak mümkün değildir!
[1] Muhammed İkbal, Cebrail’in Kanadı, (Kırkambar Kitaplığı, 2000), sayfa: 13
[2] Nietzsche, Hammer of the Gods, (Solar Books, 2007), sayfa: 100
[3] Andre Maurois, Captains and Kings: Three Dialogues on Leadership, (John Lane the Bodley Head Limited, 1925), sayfa: 35-36
[4] Falih Rıfkı Atay, Çankaya, (Pozitif Yayınları, 2004), Sayfa: 71
[5] Ali Şeriati, Ali, (Fecr Yayınevi, 2008), sayfa: 185-186
[6] Ali Şeriati, Ali, (Fecr Yayınevi, 2008), sayfa: 185

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!