Konuşan: Lütfü Şehsuvaroğlu
Hakikati bulan başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa hem budala hem alçaktır
Hayatını ilme, fikre adamış bir adam. “Hayatım kitaplarımdır” diyor. Okumaktan, yazmaktan gözlerini kaybetmiş. Gözlerini kaybetmiş ama hala okuyor, yayınları takip ediyor. Bir genç ziyaretine gitmeye görsün, ona mutlaka bir şeyler okumalı… Ama okunacak ne var? Üstadı çok yordular. Herkes bir şeyler dinletmek istiyor.
Cemil Meriç 30 yıl hocalık yaptı. Okumuş bir aileden geliyordu. Babası hâkimdi, annesi ilmiye sınıfından. “4 yaşından beri okuyorum” diyor Meriç Hoca.
Doğum yeri Antakya. 1917. “Çok iyi hocalarım oldu” diyor. Orta mektep hocası Ali İbn Fani. Üniversite yıllarında bile böyle hocalra tesadüf edemediğini söylüyor. “Lisem üniversitemdir” diyen Meriç, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden mezun. Fransızca hocası. 1974’e kadar (iki sene Elazığ Lisesi’nde hocalıktan sonra) üniversitede de hocalık yaptı. Sonra emekli oldu. Üniversite hocalığı 46’dan 74’e kadar sürdü.
Meriç’i ilk Saint Simon adlı kitabıyla tanıdım. Ele aldığı şahıslarla bütünleşebilen, onları yeniden konuşturan ve böylece de kendi fikirlerini açıklayabilen, demenin güzel taraflarını kullanarak okuyucuya en kolay biçimde ulaşabilen bir kalem. Saint Simon ve bütün bir batı Meriç diliyle ufkumuza bambaşka giriyor.
Sonra dergilerde yazılar… “Genç düşünce dergilerde kanat çıkar. Yasak bölge tanımayan bir tecessüs tanımayan, daha doğrusu tanımak istemeyen. En çatık kaşlılarında bile insanı gülümseten bir ‘itimad-ı nefs’, dünyanın kendisiyle başladığını vehmeden bir saffet var. Tomurcukların vaitkâr gururu.”
Üstad deneme yazarı. Deneme hem zor, hem kolay bir iş. Kitaplar meydana getirebildiği gibi, gazete aracılığı ile de haykırabilir. Hür tefekkürün en tesirli edebî şekli, vasıtası denemedir. Ama denemenin en uygun düşeceği yer dergilerdir.
“Kitap, istikbale yollanan mektup… Simokin giyen heyecanlı, mumyalanan tefekkür. Kitap ve gazete… Biri zamanın dışındadır, öteki ‘an’ın kendisi. Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür, gazete okununca biter.”
Hoca’ya göre kitap fazla ciddi, gazete fazla sorumsuz. Ama dergi? Dergi hür tefekkürün kalesi… Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür.
“Kitap çok defa tek insanın eseri, tek düşüncenin yankısı; dergi bir zekâlar topluluğunun. Bir neslin vasiyetnamesidir dergi; vasiyetnamesi daha doğrusu mesajı. Kapanan her dergi, kaybedilen bir savaş, bir hezimet veya intihar.”
Yıllarca dergilerde yazılar neşretti. Hisar’da, Akademi’de, üniversite dergilerinde okuduk Cemil Meriç’i. Sonra Divan, Türk Edebiyatı, Millî Eğitim ve Kültür, Doğuş…
Birçok gazetede de yazdı. Şimdi Millet’te yazacak bundan böyle.
Okuyucularımız Cemil Meriç’in kitaplarını da su gibi içmişlerdir. Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Bir Dünyanın Eşiğinde, Mağaradakiler, Kırk Ambar ve Bir Facianın Hikâyesi. Ayrıca birçok tercüme. Tercümeleri de yeniden yazılmış eserleri olarak kabul edebilirsiniz.
CEMİL MERİÇ’İ ANLAMAK
Cemil Meriç’i anlamak için belli bir bilgi berikimi gerekiyor elbet, ama en mühimmi samimiyet. O’nun samimi nefesine katılacak ve hür olacaksınız onu anlamak için. Bir yerinizden sizi iğnelemiş, bir yere bağlamışlarsa biraz zor yaklaşabilirsiniz üstada. Babil’e benzeyen bir karışıklığı yaşadığımız günümüzde böyle bir kafaya olan ihtiyacımızı karışık kafalarımız nasıl anlayacak?
Cemil Meriç Babil’i düzene koyabilir mi? Babil’i tanıyorsa neden olmasın? Bunalımlarımızı aşabilmek onları tanımakla mümkün. Bunun için kendi dünyamızı ve dışımızdaki dünyayı tanımak, kavramak lâzım. Meriç bunu yapmağa çalışıyor.
“Kimseyi aldatmadım bugüne kadar, çok aldatıldım ama kimseyi aldatmadım” diyor bir özel konuşmamızda.
Daniel de Foe’den bir alıntı ile başlıyor ilk kitaplarından Bu Ülke:
“Hakikatı bulan, başkaları farklı düşünüyorlar diye onu haykırmaktan çekiniyorsa alçaktır. Bir adamın “Benden başka herkes aldanıyor” demesi güç şüphesiz; ama sahiden herkes aldanıyorsa o ne yapsın?”
Aslında Cemil Meriç kendi söylemek istiyor bunları. Ama hep başkalarını konuşturur o. Medar güçlü ve cesur olamayışımdan ileri geliyor; belki de yeni bir şey söylerken bir destek arama ihtiyacından.” Ama Meriç o kendine siper aldığı şöhretlerle boy ölçüşebileceğini isbatlamıştır. Üstelik yazılarındaki çıkışlarıyla verdiği cesaret örneğini de kimse inkâr edemez. Aslında başkalarını ele alışı vermek istedikleriyle ilgilidir. Bu yüzden yazılarının çoğu çeşitli yazar isminden, mefhumdan hareketle kaleme alınmıştır. Bu usulün faydalı yanları da var. Hem birçok kimse hakkında bilgi sahibi olmaktayız, hem de mefhumların kaynaklandığı ortam, çevre, zaman ve kişiler hakkında kanaate ulaşma açısından sağlam bir zemin bulmaktayız. Böylece kelimeleri yerli yerine oturtabilecek, berraklaştırabileceğiz.
(28 Temmuz 1982 Çarşamba)
“Okudum, okuttum; öğrendim, öğrettim, kimseyi aldatmadım”
Aydınların Görevi: Karanlıkları aydınlatmak. Yazık ki o da kasırganın inde. Sokaklarda kardeşleri, çocukları boğazlaşırken soğukkanlılığını nasıl koruyabilir? Evet ama görev görevdir. Keşmekeşi dağıtmaya, mefhumlara ışık tutmağa çalışalım.”
“Meriç’in Fildişi Kulesi”
Ne zamandır ziyaret etmemiştim Hoca’yı… Onunla sohbet, onu okumak kadar güzel… Sayfaları, sarı kağıtları, siyah mürekkebi, puntoları bir kenara bırakıyorsunuz. Hoca’nın dudaklarına bakıyor ve kımıldamayan dudaklarından çıkan sözleri kafanıza resmediyorsunuz sayfalar halinde.
Ahmet Turan Alkan arkadaşımızla gelmiştik ilk bu eve. Ankara’dan otobüsle gelirken Alkan’la birlikte Üstad’a neler soracağımız tesbit ediyorduk. Divan dergisinin ilk sayısı içinde. Bu sayıyı “Yahya Kemal Özel Sayısı” yapmıştık. Cemil Meriç’le Yahya Kemal üstüne konuşacaktık. Kuğunun son şarkısı üstüne… Bu röportaj Ahmet Turan’ın nefis üslubuyla Divan’ın ilk sayısında neşredildi.
Kuğunun Son Şarkısı şöyle başlıyordu: “Önceleri sadece kitapları ile tanıdığımız Cemil Meriç’in Erenköy’deki (Göztepe olduğu halde Ahmet Turan’ın niçin Erenköy dediğini ona sormalıyım) mütevazı dairesinin çalışma odasındayız. Loş ve üç duvarı Fransızca kitapları tıklım tıklım dolu bir oda. Türk fikir hayatında her biri başlı başına olay yaratan Bu Ülke, Umrandan Uygarlığa, Bir Dünyanın Eşiğinde ve Mağaradakiler isimli eserlerin yazarıyla karşı karşıyayız. Üstad eski tip bir koltuğun üstüne bağdaş kurarak oturuyor. İnzivayı özleyenler için gerçek bir “fildişi kule” burası. Kitaplar, sadece bir çalışma masası. Pencereden rüzgarın sesi ve İstanbul’un homurtusu duyuluyordu.
Bu bölümü aynen alışımın sebebi, yeniden Meriç’in evine geldiğimiz bu sıcak yaz günü de aynı atmosferin yaşanması. Her şey aynı. Aradan üç dört yıl geçmiş. Bu arada bir kere daha gelmiştim Üstad’ın evine. O kadar.
Sonra uzun bir ayrılık. Birçok şey oldu. Biz “Ara Kesit”te uzun müddet kitapsız, fikirsiz kaldık.
Ve yeniden Göztepe’ye doğru yolculuk. Hatırlayabilecek miyim hangi durakta indiğimizi? Cemil Meriç’in evine hangi yoldan gittiğimizi? Üstad beni hatırlayabilecek mi? Birçok konuda kırgın olmalı…
Kızı karşıladı bizi. Ümid Hanım’ı da okuyucularımız Cevdet Paşa hakkındaki kitabından bilirler. Oda aynı, hemen hiç değişmemiş. Kitaplar, kitaplar. Köşedeki masa, eski koltuklar cevizden. Yerdeki halı… Hoca’nın sigarasının külünü masanın üstündeki kül tabağına dökmeye çalışırken yere düşmesi neticesi bir tarafı eskimiş halı, aynı halı.
Büfenin üstünde lüle taşından rakseden bir mevlevî. Büfenin yan gözlerinden biri gene sigara dolu. Sigaranın markası da aynı: Maltepe. Hemen her şey aynı.
Ahmet Turan’ın oturduğu yerde geçen gelişimizde Çoşkun Çokyiğit oturuyordu. Çokyiğit, Doğuş şairlerinden. Şimdi Dursun Selim. O da Doğuş camiasından. Emine Işınsu’nun romanlarını okuyor bazı günler Hoca’ya.
İlk gelişimizde Hugo’dan parçalar okumuş, Hugo’yu konuşmuştuk. Daha doğrusu o anlatmış, biz dinlemiştik. Yahya Kemal’i de öyle… Bu gelişimizde gene binbir iklime uzandık. Binbir isme. Cevdet Paşa-Namık Kemal kıyaslamasından İbn Haldun’a kadar. Sultangaliyev’den Proudhon’a kadar. Ansiklopediler hakkında düşüncelerini de öğrenmek istemiştik. Sonra bu konuda bir de yazı yazdı.
Birgün, Doğuş sahibi Alper Aksoy ile gidecektik: Onlar gitti, ben gidemedim. Nihayet bugün gazeteye nasipmiş.
Masanın üstünde bir yazı duruyor. Yazının konusu Cevdet Paşa ve Namık Kemal. Biri, Osmanlı’nın çöküş döneminin son mümessili. Ciddi, vakur bir alim. Diğeri, kurulacak yeni dönemin, devletin mümessili, atak, militan (vaiz), şair. İkisinin birlikte ele alınması çok yerinde.
Yazıyı okuyoruz. Bu yazıyı Doğuş’tan takip edebilirsiniz. Zannederim Ağustos sayısında yayımlanacak…
(29 Temmuz 1982 Perşembe)
Her Ümide Her Canlanışa Duyulan Husumet
Yazı bittikten sonra Cemil Meriç çekmecede bir dosya bulunduğunu söylüyor. Çekiyorum. Kabarık bir dosya, üzerinde yeni kitap: Dağarcıktan yazısı. Açıyorum, yazılar yazılar…
Masanın bir köşesinde Journal dergisi. Altında İslam Tarihi, öbür tarafta Ülgener’in kitapları… Konuşma arasında gözüm hemen sol taraftaki rafta Baudelaire’e takılıyor. Fransızca… Bütün şiirleri, mektupları… Bütün rafları dolaşıyorum göz ucuyla. Bütün bir batı… Üstad bir ara ayağa kalkarak diyor ki:
“Çok okudum, bilirim Batı’yı, işim bu. Okudum, okuttum; öğrendim, öğrettim. Kimseyi aldatmadım. Bu yolda gözlerimi kaybettim.”
Hala okumaktan bıkmayan, Babil’imizdeki bu aydına bütün kadir bilir gençlerin, aydınların yardımcı olması gerek. Yanlış söyledim, ondan istifade etmek için, dizinin dibinden ayrılmamaları gerek…
– Hocam sizinle Millet adına bir mülakat yapacağız.
– Hay hay…
– Sorularımı okuyayım.
– Evet, dinleyeyim.
Hepsini baştan sona okuyorum. Soruların mahiyetini anlıyor ve pot kırmadığıma seviniyorum. “Beni hayli yoracağa benziyorsunuz” diyor. Mesela Obskürantizm. Bu soruyu bulmakta hayli zorlandım ve bu tabirden ne anladıysam, Üstad’ın da onları söylemeye çalıştığını kendi ağzından öğrendim. Bu soruya Üstad’ın verdiği cevabı okuyucularımız iyi okumalıdırlar, yorum kendilerine ait olacaktır.
Çünkü belirtilerine biz de zaman zaman şahit olmaktayız bu hastalığın. Bu hastalık ortadan kaldırılmadıkça hür tefekküre yer yok. Bu hastalık ortadan kaldırılmadıkça çemberimizi parçalamak mümkün değil. Bu hastalığın olduğu yerde, obskürantistlerin hâkim olduğu yerde bir diriliş hayaline kapılmak çılgınlık…
Teşhis de edilemeyen bu marazı Cemil Meriç’in açıklamalarıyla teşhis edebileceğiz bir ölçüde. Putlara inanmadığını iddia eden bu putperestliği kavramak için Cemil Meriç’i dinliyoruz.
“Obskürantizm heyûlası yok edilmedikçe herhangi bir diriliş hayaline kapılmak çılgınlık diyorsunuz. Ben, bu mefhumdan çok şey çıkarıyorum. Türkiye’deki hayaletlerin başında geleni bu. Bu mefhumu açar mısınız? Obskürantizm ne demek?
Obskürantizm nedir?
– “Obskürantizm, dilimizde karşılığı olmayan korkunç bir hastalığın adı. Mefhumun karşılığı yok. Fakat zaman zaman belirtilerine şahit oluyoruz. Yobazlık değil; yobazlık bir nefis müdafaasıdır. Yeniye düşmanlık değil (Mizoneizm). Çünkü obskürantizm çok defa yeniye hayranlık biçiminde de belirebilir. Obskürantizm içtimaî bir davranıştan çok, içtimaî yok etmeye yönelen karanlık ve hayvanca bir tutumdur.”
Hayvanca bir tutum? Bu yakıştırma bu mefhumu iyiden iyiye korkunç kıldı. Ben bu soruyu sorarken, bu kadar açık, bu kadar suçlayıcı cevaplar doğrusu beklemiyordum.
– Bizde belirtileri var mı Hocam?
Üstad tabii manasına başını sallıyor ve devam ediyoruz.
– “Kovalanmaktan korkan bir avın şaşkın ve şuursuz saldırışı… Işıktan rahatsız olan bir yarasanın karanlığa sığınışı… Her ümide, her canlanışa duyulan husumet. Obskürantizm bir çeşit bukalemun hastalığıdır. Kendini korumak için her renge bürünür. Obskürantizm şahsiyetsizliktir. Düşünceden, kitaptan, güzelden, insanı insan yapan bütün vasıflardan iğreniştir. Bu hastalık fert planından cemiyet planına sıçradı. Şöyle diyelim: Obskürantizm İslamiyetin yani gerçek imanın zıddıdır. İman mutlak hakikate bağlanıştır. Obskürantizm için hiçbir mukaddes yoktur. Ebedî ve şifasız bir korku içinde bocalamaktır obskürantizm… Münakaşadan kaçıştır. Tevekkülden nasibi olmayan hain ve şeytanî bir acz. Bu mel’un marazı teşhis etmek son derece güç. Çünkü her kılığa bürünebilir. Kâh marksizm olur, kâh anti-marksizm. Daha çok devrimcilik maskesine bürünür ama devrim düşmanı olduğu da sık sık görülebilir. Obskürantizm samimiyetsizliktir, nihilizmden daha tehlikeli bir beliyye. Çünkü nihilizm de bir rüyaya bağlanıştır. Obskürantizm ebedî bir kabusa mahkum olanların hastalığıdır. Ve içtimaî hayatı sonsuz bir kabusa çevirmek için didinir durur. Batı’nın her ‘izm’i zaman zaman bu meş’um afetin maskesi olmuştur. Obskürantizm zaman zaman engizisyonun arkasına saklanmış, vicdan hürriyetini yangın alevlerinin içinde söndürmeye kalkışmıştır. Zaman zaman haçlı orduları halinde İslam’ın gümrah ışığını söndürmeye kalkışmıştır. Dem olmuş, hürriyetçilik adı altında nizamı yıkmaya can atmıştır. Dem olmuş, anarşizm bayrağı altında içtimaî değerlerin hepsini birden kundaklamaya çalışmıştır. Bir kelimeyle içtimaî bünyeye binbir kapıdan sokulan en tehlikeli virüstür obskürantizm. Nöbet başladıktan, tehlike bacayı sardıktan sonra farkına varırız. Bence mahiyeti ve kaynağı meçhul olan bu sosyal kanserin aldatmayan arazı şöyle özetlenebilir:
- Her düşünceye düşmanlık.
- Münakaşanın yerine iftirayı veya baskıyı geçirmek.
Makyavelizm obskürantizm kıyasla çok asil ve çok insanidir. Çünkü bir devletin korunması gibi ‘meşru’ bir emeli yoktur. Düpedüz şuursuzluk ve çılgınlıktır. Putlara inanmaz fakat putperest görünmekten de çekinmez. Obskürantizm için dünya topuklarından başlar ve saçlarında biter.
Tarihe de düşmandır, istikbale de.”
(30 Temmuz 1982 Cuma)
“Kaçmak çözüm değil”
Okumak son tahlilde, içimizdeki binbir kişiyi bulmak, yani kendimizi aramaktır. Meçhul denizlerde yelken arken aradığım hep kendimim.”
“Firar daima küçültücüdür. Beşerin vazifesi: Mücadele, tahammül ve tevekkül olsa gerek.”
“Meçhul denizlerde yelken açarken aradığım kendimim.”
Hoca’ya bugünkü sorumuz, “Vatanlarının veya dünyanın yaşanmazlaştığını” ileri sürenlere dair. “Vatanlarını yaşanmaz bulanlar, vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır” diyorsunuz. Yaşanmaz bulanlara hiç mi hak vermiyorsunuz? Cemil Meriç derin derin derin düşündükten sonra, yazdırıyor:
– Hiç hak vermiyorum. Zaman zaman ufkumuzu karanlıklar basar. Zaman zaman vicdanımız kirli ellerin taarruzuna uğrar; akıl susar, insiyaklar konuşur. Ve gerçek, çizmeleriyle en aziz rüyâlarımızı çiğneyerek meçhul hedefine doğru ilerler. Fakat bu felaketli manzara, bir parça da kendi eserimiz değil midir? Kaçmak hiçbir şeyi halletmez. Dürüst insanlara düşen (bilhassa düşünce adamlarını kastediyorum) batan gemide kalmak, fırtınanın geçmesini beklerken yelkenleri onarmak ve gemiyi batmaktan kurtarmaya çalışmaktır. Felaket, korkusuyla -kaçışla- nefsini kurtarmakla önlenemez. Evet. Bir Fikret sevgili oğlunu ‘yangın’dan korumak için İskoç ellerine uçurdu. Bir baba olarak bu zaafını hoş görebiliriz; ama Haluk’un hürriyet iklimine ulaşması ülkeye ne kazandırdı? Kendine ne kazandırdı? Amerika’da Protestan keşişlerinin kıtlığı mı vardı? Zavallı Haluk, kendi tarihinden, kendi medeniyetinden koptu; yeni vatanı için de hiçbir değer ifade etmeden meyus ve garip terk-i hayat eyledi. Cevdet Paşa’nın torunu da bir Katolik rahibesi olarak Kısas-ı Enbiya yazarının mezardaki kemiklerini sızlatarak yok olup gitti.
Bares’i hatırlıyorum. Köklerinden kopmak hiç kimseye bahtiyarlık getirmemiştir. İnsanın da vatan toprağına kök salan bir varlık olduğu unutulmamalı. Firar daima küçültücüdür. Beşerin vazifesi: Mücadele, tahammül ve tevekkül olsa gerek.”
Üstadın bu cevabından sonra röportaj harici konuşmalar yapıyoruz. “Kaçacak neresi var? Burası bizim vatanımız…”
Ah. Vatan… Elden başka ne gelir? Sen bize, biz sana katlanacağız işte…
Sonra konuyu değiştiriyoruz. Konu: Meriç’in kendisi…
– Yazılarınızın birçoğu, bir yazardan, düşünürden hareketle kaleme alınmış. Onları tanırken sizi tanıyoruz. Onlara kendinizi katıyorsunuz. Bu, sizde her görüşün aksülamel bulduğunu gösteriyor gibi. Her denizde gemi yüzdürmek, üzerinizde ne tesirler bırakıyor?
Cemil Meriç, ince bir tebessümden sonra konuşuyor:
– Bu belki kendi yaşıma yürüyecek kadar güçlü ve cesur olamayışımdan ileri geliyor.
Belki de yeni bir şey söylerken bir destek aramak ihtiyacından. Bir ihtimal daha var: Uzun zamandır dolaştığım düşünce dünyasında bir takım hocalar, dostlar veya muarızlarla karşılaştım. Sanat bir nevi içtimaîleşmektir. Sevişmek, anlaşmak, mektupluk olmak cehdinden geldiği gibi tartışmak ve dövüşmek de yalnızlıktan kurtarır bizi. Yani o da bir cemiyet ihtiyacının ifadesidir. Hakikatte kendilerini konuşturduğum düşünce adamları bir taraflarıyla benim tercümanlarımdır. Tanıdığım binlerce insan arasından onları seçişim bazen kendimi sahneye çıkarmak istemeyişimden, yani bir şöhretin arkasına gizlenmek ihtiyatkârlığından; bazen de onlarla boy ölçüşebileceğimi isbata kalkmak gibi bir bencillikten kaynaklanabilir. Kaldı ki düşünmek içtimaî bir vetiredir. İnsan namütenahi insanların toplamından ibaret. Başka bir deyişle her düşünce bir diyalogdur. Tek kişiyle veya bin bir kişiyle yapılan bir diyalog. Okumak son tahlilde, içimizdeki bin bir kişiyi bulmak yani kendimizi aramaktır.
Meçhul denizlerde yelken açarken aradığım hep kendimim. Belli bir ülkenin belli bir tarihin çocuğu olan ve birçok çetrefil meseleyle kuşatılan bir Türk aydınının başka ülkelerde benzer fakat aynı olmayan düşünceler bulmağa çalışması, bu sonsuz yolculuğun en mahrem saiklerinden başta gelenidir.
Pascal, şarkın ezelden beri aşinası olduğu bir hakikatı şöyle düsturlaştırıyor:
“Ben, nefret edilecek bir kelimedir.” Herbert Spencer ise şöyle diyor. “Bir insanın irfan seviyesi ben zamirini kullanışıyla ters orantılıdır.”
Galiba Klasik’in en kestirme tarifi de bu. Yazar eserinde kendini silmeli, ön plana başkalarını geçirmelidir. Hugo ise bütün romantikler gibi aksi kanaattedir: ‘Gafil’ der, “ben derken kastettiğimin sen olduğunu anlamıyor musun?” Bu tartışma zamanımıza kadar sürer. Doğunun edep telakkisi klasik anlayışa daha uygundur. Ben de bir Doğuluyum; kendini teşhir hastalığından iğrendiğim için şiire de, romana da iltifat etmedim, ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak” da mukadder. Belki yabancı şahitlere başvuruşum, denemenin sağladığı hürriyetten faydalanarak iç dünyamı ifade etmek.”
“Kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle belirtmeliyiz”
Max Weber üzerine yaptığımız sohbeti başka bir zamana bırakarak şu soruyu soruyoruz: Sanatçı açısından hürriyetin sınırları nasıl olmalı? Hürriyetler meselesi anayasalarda nasıl ele alınmalı?
– Sanatın hürriyeti mutlak olmalıdır. Ve her devirde mutlak olmuştur. Hudut, törelerin çizdiği huduttur. Edebiyat ediplerin işidir. Edipte aranan vasıflar edebiyatla hürriyetin hudutlarını gösterir. Edip kalmak şartıyla hürriyet… Hiçbir anayasa hürriyetin sınırlarını çizmemiştir, çizemez.
Bu net cevaptan sonra Hoca’yla İslam ile demokrasi arasındaki uyum ya da uyumsuzluk konularına giriyoruz. Demokrasi ile İslam’ın günümüzde nasıl bir münasebet içinde bulunacağı, bu mefhumların yarın nasıl bir muhteva kazanacağı üzerinde konuşmalarımız oldu. Herkesin anladığı manayı yüklemeye çalıştığı bu mefhumlar arasındaki bağ veya çelişki üzerine Üstad şöyle dedi.
– İslamiyet, bir vesileyle arzetmiştim; demokrasi değil monokrasidir. Yani menosun hakimiyeti… Monos akıldır, adalettir, müsavattır. (Burada Latince Animos’a gönderme yaptığını düşünmek ve monokrasiden meritokrasi yan aklın ve liyakatın yönetimini anlamak icap eder). Bir kelimeyle ilahi hakikat, başka bir deyişle irade-i ilahiyyedir. Demokrasi gibi parmak hesabına dayanmaz. Bu bakımdan Batı’ya mahsus olan bir kelimeyle kendi idealimizi sınırlamak bilmem ne dereceye kadar isabetlidir?
Başka bir soruya dönüyoruz: Biz Batı’ya, Batılıya nasıl bakılacağını sizden öğrendik. Sade’ı, Rousseau’yu, Hugo’yu, Proudhon’u, Emil’i, Miller’i, Weber’i… Daha birçok ismi… Batı’nın çıkardığı yeni isimleri takip edebildiniz mi? Çağdaş filozoflardan, sosyologlardan… Dişe dokunur şeyler çıkarılabilir mi?
– Batı arayış içindedir. Bu arayış seyrini dikkatle takip ediyorum. Elbette ki minnacık da olsa çağdaş Batı düşüncesinin birçok fetihleri var. Bunları küçümsememek, kendi irfanımıza malzeme olarak katmak çok lüzumlu. Fakat 19. asırdan beri Batı’da insan hayatının bütününü kucaklayacak büyük bir terkibin başarıldığı iddia edilemez. Zenginlik teferruattadır. Yani parçalardadır. Bir Marks, bir Freud, bir Einstein, hâlen Batı düşüncesinin aşamadığı zirvelerdir. Zamanımızda bir Balzac, bir Hugo, bir Comte veya Le Play de yok. Egzistansiyalizm cihanşümul bir terkipten çok, bir edebiyat mektebi… Yanlış anlaşılmasın, zamanımızı tanımayalım demiyorum. Yalnız unutmayalım ki zamanımız Avrupası asırlardan kalan büyük mirasa çok büyük ve neticeyi değiştirecek katkılarda bulunmamıştır.
Batı üzerine yaptığımız sohbetten sonra Üstad’a Batılı kavramlarla ilgili olarak soruyoruz: Batılı kavramlarla, İslamî ıstılahların yan yana kullanıldığı bir zamandayız, cemiyetteyiz. Istılahlarımızın bugün oturması için yol nedir?
– Büyük bir yaraya parmak bastınız. Batılı kavramlar kendi dünyamızı ifade etmez. Elbette insanlığın macerasını dile getiren ortak mefhumlar da mevcuttur. Fakat bizim olan, bizim hususiyetimizi ifşa eden mefhumlar Batı’dan gelen kelimelerle karşılanamaz. Mesela, Batı dillerinde ümmetin karşılığı yoktur. Ümmet kelimesi yalnız İslama münhasır bir gerçeği ifade eder. Hıristiyan dünyada hiçbir zaman bir Batı’dan gelen kelimelerle karşılanamaz. Meselelerinde buna tekabül eden herhangi bir kelime de mevcut değildir.
Bu itibarla mesela bir Attila İlhan’ın Batı’dan söz ederken “Fransız devrimiyle ümmetten millete geçildi” çeşidinden hükümleri tamamen yanlıştır. Ümmet aynı mutlak hakikate inanan bir vahiy medeniyetinin kurucusu ve konusu milyonlarca insanı kucaklar. Ne ırk farkı, ne devlet ayrılığı, ne sınıf imtiyazları söz konusu olabilir ümmette. Hudutları cihanla sınırlı bir inananlar topluluğudur ümmet. Batı’da Hıristiyanlık belli coğrafî sınırlar içinde mahpustur. Kaldı ki, Hıristiyanlığın zaman ve mekan içinde birçok cinsleri, birbirine düşman hizipleri vardır. Ökümenizm ideasına rağmen hiçbir zaman ökümenik olamamıştır Hıristiyanlığın. Ne hakikatte, ne de hayalde. Demek ki, Fransa tarihini, Osmanlı tarihine uydurmağa çalışmak çok yanlıştır. İdrakimize musallat Batı mefhumlardan biri de sağ-sol mefhumlarıdır. İçtimaî sınıfları müsavat ve adalet ummanı içinde eriten bir dinin mensupları için sağ-sol tasnifi gülünç ve tehlikeli bir özentiden ibarettir. Batı’nın bile kıstaslarını tayin edemediği bu müphem, bu kaypak tefriki kendi içtimaî dünyamıza getirmek, meselelerimize hiçbir aydınlık getirmemiştir. Örnekleri çoğaltmaya lüzum yok. Kendi gerçeğimizi açıklayan mefhumları tercih etmek karışıklıktan kurtulmaya çalışmak Batı kelimelerini mutlaka kullanacaksak, onları tarihî ve kültürel tedai ve istidatlarıyla ele almak, yani ‘efradını cami, ağyarına mani’ bir tarife kavuşturduktan sonra kullanmak zorundayız. Kısaca, yabancı mefhumlara paydos! Yabancı mefhumlar, yabancı bir dünyanın veya yabancılaşmış bir dünyanın facialarını ifşa eden, zararları yararlarından büyük, tehlikeli birer misafirdirler.
Yapacağımız iş, onları rastgele kullanmamak, kendi gerçeğimizi kendi kelimelerimizle belirtmeye çalışmaktır.
“Elbette bizim de romanımız var”
Bugün Cemil Meriç’le edebiyatımız üzerine konuşacağız.
– Edebiyatımızda roman yok diyorsunuz. Ama giderek romanı yazılacak, (yazılan) bir toplum olmaya doğru gidiyoruz. Romanın gelişmesi ile sınıflaşma vetiresi arasında bir ilgi kuruyor musunuz?
– Efendim edebiyatımızda roman yoktur hükmü çok yanlış. Her edebiyatta roman vardır. Kaldı ki, roman kelimesi Batı’dan ihtiyatsızca aktarılmış lüzumsuz bir kelimedir. Roman son tahlilde hikâyeden başka nedir? Hikâyenin vatanı ise Asya’dır. Romanın alası bin yıl önce Japonyalı bir hanım tarafından yazılmıştır. Avrupa ise bugüne kadar bir “Binbir Gece” yaratamamanın ıstırabı içindedir. “Siret-i Anter”, Batı’daki tarihî romancıların benzerini hala yaratamadıkları bir irtifadadır. İçtimaî sınıflarla roman arasında bazı Batı yazarlarının kurmaya çalıştıkları münasebet mutlak bir hakikat olmaktan uzaktır. Evet. Avrupa medeniyeti söz konusu olunca böyle hakikat olmaktan uzaktır. Evet. Avrupa medeniyeti söz konusu olunca böyle bir münasebetten söz etmek az-çok aydınlatıcı olabilir. Fakat bu ne hikâyenin mazisini kucaklar, ne de dünya medeniyetlerinin. Elbette ki bizde Batı’nın bütün vehimlerini, bütün peşin hükümlerini benimserken birtakım mevzii hakikatları mutlak hakikat diye kabul etmek gafletini gösterecektik. Elbette ki bugünün toplumu Tanzimat’ın toplumu değildir. Zaten yakın zamanlara kadar edebiyat daha çok şiir demekti. Batıcılarımız sayesinde bugün edebiyat demek, roman demek oldu. Romanın bu tasallutundan Batı da şikayetçidir. Edebiyat bahçemizde sayısız tarhlar var. Roman da bu tarhlardan bir tanesidir. Ama bahçenin bütünü değildir.
Elbette bizim de romanımız var ve bu gidişle parlak bir istikbale namzet. Bu istikbalin parlak olması için,
- Romanın daha doğrusu hikâyesinin hem Doğu’daki hem Batı’daki macerasını sabırla tetkik etmek ve “Amerika’yı yeniden keşfetmek” hülyasından kurtulmak zorundayız.
- Roman da bir ifade vasıtasıdır. Şunu demek istiyorum: Romanın konusu kadar dili de mühimdir. Mükemmel bir roman yazılması için önce dilin istikrara kavuşması ve kendisi kalarak zenginleşmesi iç dünyanın bütün temel vücatını, bütün renk inceliklerini belirtecek seviyeye gelmesi lâzımdır. Pondora’nın kutusuna benzeyen bu bedbaht Türkçeyle ancak küfür edilebilir…
Hocam son sorum şu:
Yarın Türkiye’yi (sosyal, siyasî, kültürel) açıdan nasıl görüyorsunuz? Ne yapmalı?
– Yaşamak ümid etmektir. Karanlık gecelerin pembe şafaklar müjdelediğine inanmak istiyorum. Nikbinliğim tarihe dayanıyor. İstikbale zengin bir tecrübe hamülesiyle koşmaktayız. Her tecrübe acıdır. Hepimiz bir fert olarak “Cihad-ı Ekber’i” başarabilirsek inşa edeceğimiz cemiyet de cemiyetlerin en mükemmeli olabilir.
Mutluluğun üç tılsımı vardır: Birbirimizi sevmek, birbirimize güvenmek ve samimi olmak. Bunları nasıl uzlaştırabileceğiz? Yakup Kadri, “tevekkül güç, isyan vahim” diyordu. Doğru. Ama ikisi de beşerî. Haksızlığa isyan, ilahî takdire teslimiyet. Karanlık gecelerin pembe şafaklar doğurması için bu müşkülü omuzlamak zorundayız.
Tekrar görüşmek üzere kalkıyoruz. Yolda Allah’a dua ediyoruz. Üstad’a uzun ömürler vermesi için. Zira cemiyetimiz, aydınımız gençliğimiz Babil müzemizdeki bu aydına, yalnız adama muhtaç daha
Çalık, Meriç’e şöyle demişti: “Sizin kafanızdakileri adeta sömürürcesine çekip almalıyız aslında” Cemil Bey bu sözü çok beğenmişti. Evet gerçekten Üstad’ı yalnız bırakmamak ve kafasındakileri adeta sömürürcesine çekip almalıyız… Ama yormamak lazımdı.