Akşam olmuş, evde her zamanki gibi babamla bizim ufaklığın, bizim HİLAL’in, yaramazlıklarıyla uğraşıyoruz. Saat 23.00 dolaylarında evin telefonu çalmaya başladı. Biz alışkınız, geç saatlerde çalan telefona, gece gelen misafirlere…
Ama bu çalan telefon başkaydı.
Babamda büyük bir şaşkınlık, üzüntü, heyecan, aynı zamanda büyük bir sessizlik yarattı. Kapkara geçti adam. Gözleri kıpkırmızıydı.
Annem soruyor: “Hayırdır, ne haberi aldın, arayan kimdi?”
Babamda çıt yok. Biz de korkmaya başladık. Akrabalardan birine bir şey oldu herhalde ya da bizim kamyon kaza yaptı, diye düşündük, ilk başta. Fakat buna benzer haberler daha önce de gelmişti. Babamın böyle bir duruşunu, tavrını, bitmişliğini hiç görmemiştik. Bu farklı bir şeydi.
Ama neydi?
Biraz bekledi, durdu. Hemen telefona yapıştı. Bir yerleri arıyor, ama nereyi aradığının farkında değil. Bir yerlerden bir şeyler öğrenmeye çalışıyordu. Köyden, kentten birçok kişi arıyor, bir şeyler soruyor. Babam cevap veremiyor: “Ben öğreneyim, size haber veririm.” diyordu.
Babamın sessizliği, bitkinliği devam ediyordu. Sanki dünya başına yıkılmıştı. Ben 10 yaşındaydım. Bazı şeylerin daha yeni yeni farkına varıyordum. Sonra televizyona baktık ki babamın halini o an anladık.
Hepimiz yıkıldık.
Eve büyük bir sessizlik çökmüştü. Hiç kimseden çıt çıkmıyordu. Sanki olanları anlamış gibi 2 yaşında olan Hilal’in de sesi hiç çıkmıyordu.
Birbirimizin yüzüne bile bakamıyorduk. İçimizden dua ediyorduk, eminim: “Doğru değildir, inşallah, Allah’ım ne olur bir şey olmasın diye…” Sonra babama bir baktım ki…
Çok şaşırmıştım. Babamı hiç böyle görmemiştim. Babam ağlıyordu. Babam da ağlıyormuş. İnanamıyorum, babamın gözyaşları varmış. İlk defa babamı ağlarken görmüştüm. Ne bileyim, babam ya! Bir gün bile babamın ağlayacağı hiç aklıma gelmemişti. Biz gözyaşlarımızı saklarken babam zaten ağlıyordu.
Allah’ım bu nasıl bir geceydi!
Hayatımda geçirdiğim en kötü geceydi. Buz gibi kesilmiştik. O gün gerçekten kötü bir gündü. Evimize kara bir bulut çökmüştü. Telefon susmak bilmiyordu. Hiçbirimizin telefona bakmaya hali yoktu. Babamın hiçbir şey yapmaya takati kalmamıştı.
Çok erken bir gidişti bu. Ben daha tanışamamıştım. Elini öpememiştim. Çok pişmandım, çok. Her yıl Erdemli’ye Türkmen Şölenine giderdik. Ve her yıl Başbuğumuz da oraya gelirdi. Konuşmalar yapardı. Ama ben, kardeşlerim koşuşturmadan, oyun oynamaktan neler kaçırdığımızın farkında bile değildik. Bu yüzden babama çok kızıyorum. Elimizden tutup götürmeliydi. Belki de demistir, hatırlıyorum. Ama ondan bir iki yıl sonra liderimiz Bahçeli Silifke’ye gelmişti. Herhalde bir şeyleri kaçırmak istemediğimden olsa gerek orada o kadar güvenlik olmasına rağmen demirlerden tırmanarak elini öpmüştüm. Daha sonra tabi Ermenek’te de kendisiyle yakinen sohbet edebilme ortamım oldu.
Ahh! Keşke Başbuğum için de bunları yapabilseydim. Onunla görüşebilseydim. Elini öpseydim, hayır duasını alsaydım. Bugün yaşamasını çok isterdim. Bugünleri görmesini çok isterdim. Zaten yaşasaydı eminim her şey çok farklı olurdu. Türk Cumhuriyetleriyle ilişkilerimiz fazlasıyla artardı. Ermenistan’a gereken cevap hemen verilirdi. Amerika’yı çoktan tepelerdik. PKK belasının kökü kazılmış olurdu. Kerkük, Musul, Batum bizim olurdu. Türkler bu derece aşağılanamazdı. Apo iti çoktan mevta olurdu. Doktrinlerimiz ışığında her biri teker teker gerçekleşirdi…
Ben kendimi bildim bileli bizim evimizden Başbuğ Alparslan Türkeş’in isminin geçmediği bir gün olmazdı. Marşlar söylenirdi, ülke meseleleri konuşulurdu. Evde bunlar yapılır mı demeyin, yapılırdı.
Bıyıklı Baloncu Osman Amcamızın (Koca Osman-Osman Sevimli) eve geldiği günler hiç unutulmazdı. O bize, bizim anlayacağımız şekilde Ülkücülüğü anlatırdı, köşede asılı duran fotoğrafa bakarak: “Bakın bu dedeniz sizin için yaşlandı…”
Anneannem, bizim eve her gelişinde bizi kızdırmak için: “Türkeşçiler sizi… Napcaksınız bu suratsız adamı? Bakın, Ecevit var…” derdi. Biz de dilimizin döndüğünce, bildiğimiz ne varsa ona anlatırdık. Sonra o da bize: “Öğretin bakalım, şu işaretinizi.” derdi. Biz de öğretirdik, Bozkurt İşareti yapmayı.
Hiç unutmam birinci sınıfa gidiyordum. İlk günler okula alışma günleridir, ya! İşte o günlerde öğretmenlerimiz havamız değişsin diye bize şarkı söyletirdi. Ben de hep Mehter Marşını, Tuna Nehrini, Çırpınırdın Karadeniz’i, Kürşat Marşını söylerdim. Her ders farklı bir şey söylemek zorundaydık. Benim gibi bir arkadaşım daha vardı, o da hep bu marşlardan söylerdi. Bir gün yine sıra bize geldi, Öğretmen: “Bugün farklı bir şey söyleyin.” dedi. Bizim de aklımıza bir şey gelmedi. Sonra hoca bizi tahtaya kaldırdı: “İkiniz beraber söyleyebilirsiniz.” dedi. Bizim de aklımıza: “Parolayı söyle MHP, bundan böyle MHP…” diye bir parça geldi. Biz nereden bilelim, bunların okulda yasak olduğunu, yedik cetveli elimize, oturduk yerimize…
Evimizin Hilal’i büyüdü, anaokuluna başladı. Öğretmeni Türk Bayrağını anlatıyormuş. Konuyu bitirmiş, başka bir şeye geçmiş. Sonra bizim Hilal dayanamamış: “bizim bayrağımız tek O değil, Üç Hilal Bayrağı da var.” demiş. Tabi, hoca şaşırmış ne diyeceğini, teneffüste beni yanına çağırdı, uyardı…
Ve daha nice şeyler…
Koca çınar erken gittin gerçekten. Seninle de bunları paylaşmalıydım. Senden öğreneceğim çok şey vardı. Sadece benim değil, Türk gençliğinin buna ihtiyacı vardı.
Türk dünyasının Büyük lideri, önderi, SON BAŞBUĞU… Erken gittin… Çınar dedik sana, arkandan. Çünkü çınarlar ayakta ölürlermiş. Sen de bir çifti, nişanladın ve aniden aramızdan ayrıldın. Ağlamayacağım, diyemiyorum; çünkü senin ismini duyduğum anda bile gözlerim doluyor. O gün gökyüzü bile ağladı, Başbuğum. Semadan beyaz inciler döküldü, nisan ayında.
Yattığın yerde rahat uyu BAŞBUĞUM, mekânın cennet olsun, Ben seni göremeden gittin, ama ben seni görmeye elbet bir gün geleceğim. Allah bizi cennet mekânında kavuştursun inşallah.
Unuttuğumu sanma BAŞBUĞUM,
SENİN SEMAYA ASTIĞIN DOKUZ IŞIKLI AVİZE, beni ve milyonları aydınlatıyor. O ışığın yolunda senin emanetlerini, miraslarını koruyacağıma emin ol. Turanı bir gün gerçekleştireceğiz ve o gün Beştepe’de büyük bir otağ kuracağız. Erciyes’ten Tanrı dağlarına yeminler edeceğiz. Senin evlatların bunları gerçekleştirecek,
BAŞBUĞUM, EMİN OL!