Atatürk’ün Bursa Nutku

Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret?

Neden bazı çevreler ilk günden beri bu Nutka şiddetle karşı çıkarken,

kimi çevreler aynı şiddetle savunur?

Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu Nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri” arasında yer almıyor?

İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki?

Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı siz vereceksiniz

 
 
 
  İzmirdeydi…
 
Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni  ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.(Şahingiray, 1955).
Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:
 
“…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağrışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler.  Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık  Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken  merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”(Kocatürk, 1973)
 
Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:
-“ Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.”
Oysa, CHP Karşıyaka teşkilatının düzenlediği baloya gitmek üzere hazırlanmaktaydı bu haberi aldığında. Kendisini temsilen valinin mutlaka bu baloya katılması ve konuklara muhabbetini iletmesi talimatını verdi.
 
Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.
Hedef Bursaydı.
 
Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği bu kentte  her zamanki gibi valiliği, belediyeyi, komutanlığı ziyaret etmiş; şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpek İş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi:
 
”…İpek İş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”.
 
Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…
 
Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra on gün boyunca Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret etmiş, nihayet Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya’ya geçmiş ve İsmet Paşa ile buluşmuştu. Daha sonra da Fethiye, Marmaris ve nihayet İzmir’deydi. (31 Ocak 1933). (Şahingiray,1955).
 
 
İsmet Paşayla Başbaşa…
 
Ve… işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da, Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanına  geçtiler. Tren bir an önce Bilecik’e varmak ister gibi  karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.
 
İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları… Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…
 
Afyon’dan Eskişehir’e kadar Başvekil’e içini döktü. Özellikle Serbest Fırka günlerinin geri gelmesinden endişeliydi, bu konuda İsmet Paşa’ya özellikle idarecilerin kayıtsızlığı konusunda yakındı. Eskişehir’e gelince İsmet Paşa Ankara’ya gitmek üzere ayrılırken, Atatürk Bilecik’e doğru yoluna devam ediyordu.
 
Afyon-Eskişehir arasında ne mi konuştular? 1928-1933 arasında olup biten her şeyi…
 
Tam da  memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi.
 
Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da  önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya “ Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).
Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı.
 
Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik Krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden  sürüyordu.  Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930).  “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak ve  “la havle…”çekerek izliyorlardı.  Bunun farkındaydı. Umursamıyordu ama dikkatliydi.
 
Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören ve partinin genel başkanı olan Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar…Ve hep tetikte olmak zorunluydu…(Göze,2000)
 
 
Menemen’i Yakın…
 
Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedî adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı.  Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.
 
İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:  
Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.
 
İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp,  sormazsa, bu İsmet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi…  Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı.
 
Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartımana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki?
 
 
Türkçe Ezan…
 
 Dışarıda gün hafif hafif ışıyor, Eskişehir’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevk eden meseleye:  Ezanın Türkçe okunması meselesine.
 
 Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932  günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.
 
Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı…Türkçe olarak…
 
Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu. (Kocatürk, 1973).
 
 
 
 
Yoksa, rövanş mı?
 
Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki  bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesinin  sebebi  buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış,  devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.
 
  İsmet Paşa Eskişehir’de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti:
 
 “Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor…Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?”…
 
Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:
“Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki, makiniste haber gönderdi:”
Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!…’
 
 
Sabah saat 05.00’te Bilecik’e geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya gelindi.  (Önder, 1998). Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.
 Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza  Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey  görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı..
 
Aynı gün Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:
 
 
Resmî Demeç…
 
“…Bursa’ya geldim.  Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Ülker,2008).
 
O gün akşam Gülcemal Vapuru’yla İstanbul’a dönecekti. Hareket saati 19.30’du, fazla vakti yoktu ama gene de  Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi’nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi hükümetten ve idareden  beklemek olmazdı.
 
Çekirge’deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey.
 (Şahingiray, Nöbet Defteri, 1955).
 
Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay da olaya tanık olanlardandır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür.  Atatürk’ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay’dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay’a anlatacaktır.( Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz).
 
Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir’de de O Ankara’ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa’ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa’ya bugün gelen  vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadadırlar.
 
Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler.
 
 
Gençlerden biri…
 
Gençlerden biri ”…Bursa Gençliği olayı hemen  bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalmadı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:
 
“ Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir…”
 
Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanabilirdi ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O’nu rahatlatabilirdi. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008).
 
Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine  “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.” (Kışlalı).
 
Sofrada not alınmadı…
 
Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yoktur ve basına da verilmemiştir.  Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı.  Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı.
 
Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.
 
“-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.
 
  Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi ve  tek bir istisnası  olmaksızın yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Granda, 1973).
 
 
Genelkurmay Başkanı’na Saygı…
 
Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı,  Atatürk ise cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı,  devletin başı. Uzun yıllar boyunca da İnönü  başbakan. Genelkurmay Başkanı,  anayasal bir kurumun başkanı olarak hep onlara bağlıydı.  Tıpkı bugünkü gibi. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi işte bu düzeydeydi ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek durumunda olmuşlardı.  Bugüne kadarki hiçbir başbakan Genelkurmay Başkanı’nı kendisine bağlı sıradan bir askerî bürokrat gözüyle görmemiştir. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi.  Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kol kola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında,  Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!…İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu işte o zaman bir kez daha anlıyor.
 
Tarih o nedenle her bakanı, her başbakanı hatta her cumhurbaşkanını “devlet adamı” olarak kaydetmiyor. Kimine diktatör diyor, kimine hırsız. Kuzey Afrika’daki son dönem olaylarına bakalım. Her birinin başında bir devlet başkanı vardı ama hangisine devlet adamı denebilir ki?
 
Ama Atatürk öyle mi ya? Birleşmiş Milletlerin kültür kolu Unesco, 1981 yılını “Atatürk Yılı” olarak ilan ederken, kaleme alınan gerekçede Atatürk’ün 20.yüzyılın en seçkin devlet adamı olduğunu örnekleriyle belirtiyordu. Üstelik öneride bulunan 11 ülkenin birinci sırasında Yunanistan, ikinci sırasında da Sovyetler Birliği yer alıyordu. Atatürk kendisini böylesine dosta-düşmana sevdirmiş, saydırmıştı.
 
 
 
Biz sofraya dönelim:
 
Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yerlere  gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir.  Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan onlara söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Atay, 1973).
 
Gerçi Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcıdır ve bu makalelerde  daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama  bu tavır, Fransa’ya karşı “özellikle” sürdürdüğü bir taktiktir. (Soyak, 1973).
 
Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.
 
 
Bursa Nutku’nun Metni Elbette Atatürk’ün
 
Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak dile getirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur.  Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları elbette vardır. Bu kaygıları haklı gösterecek onlarca sebep de gözler önündedir. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı esasen budur. Bursa’ya da, seyahat planını değiştirerek, gece yarısı yollara düşüp, Anadolu’nun izbe istasyonlarında başbakanıyla buluşup, görüşüp, bakanlarıyla birlikte  piknik yapmaya gitmemiştir elbette. Kabına sığmaz bir halde olduğu bellidir. Bunun en kesin kanıtı, Anadolu Ajansı’na resmî demecini vermekle yetinmeyip aynı gün içinde Çekirge’dekiyle birlikte üç konuşma yapmış olmasıdır. Yani bir tek Anadolu Ajansı’na verdiği demeç, onu tatmin etmemektedir ve hazır Bursa ‘ya gelmişken, Bursalıların dikkatini pusuda bekleyen tehlikeye çekmek istemektedir.
 
Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda  kayıt tutmadı ama hemen sonrasında  sofradakiler, dinlediklerini  kâğıda döktüler. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır. (Ülker, 2008). Metin işte böylece, o esnada orada bulunan Vali, Belediye Başkanı, isimleri yukarıda verilmiş olan beraberindeki zevat ve o gün Bursa’ya gelmiş olan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek’in önünde ve tanıklığında ortaya çıkmıştır.
 
O akşam saat 19.00’da
 
  Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Fakat bu, o sözlerin hiç söylenmediği  anlamına da gelmez, gelemez.
 
 
 
 
 
Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiğinin en büyük iki kanıtı vardır:
 
1.  Üslup.
Bursa Nutku’ndaki üslubu alın 10. Yıl Nutku’nun yanına koyun, sonra da 6 gün boyunca, ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın.  Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşku olabilir mi? Olamaz.
 
 Gençliğe Hitabı’nda, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları  söylememiş olsun ki? Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir meseledir:  Rejim, yani Cumhuriyet ve devrimler tehlikede mi, gençlik görev başına…Yoksa öyle her sıradan nedenle kimseyi sokağa dökülmeye teşvik etmemektedir.
 
2.  İçerik.
Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğine yeniden bakalım ve O’nun “Gençliğe Hitabı” ile yeniden kıyaslayalım.  Atatürk’ün geleceğe yönelik en büyük kaygısının, bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürüz. Bunu da açıkça dile getirir ve gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.
 
Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük “ hazinesi”dir.  Atatürk buna değinmekte ve hemen arkasından uyarısını yapmaktadır:
 
 “…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlile

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!