Milliyetçilik yirminci yüzyılın en büyük siyasî gerçeğidir. Türkiye de bu gerçeğin odak noktalarındandır. Öyle ki Türkiye’nin Osmanlı’nın son, cumhuriyetin ise ilk yıllarındaki durumu, milliyetçiliğin, devletin bir siyasî görüşü olmasını âdeta zorunlu kılmıştır. Osmanlı’nın evvelâ "Osmanlıcılık", sonra da "İslâmcılık" politikasıyla tebaasını bir arada tutma çabası iç ve dış milliyetçilik hareketleriyle geçersiz kılınınca, Türkçülük hareketi gelişmiş, hareket teoride kalmayarak uygulamaya da yansımıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında "Türkler medeniyet kuramaz" propagandası ile yabancılar, devleti yüceltme ve geliştirme dâvasını güden devlet adamlarını, yönetici kadroları ve aydın tabakasını psikolojik yılgınlığa sürüklemek istemiştir. Her ne kadar köksüz bazı aydınlar bu oyuna gelmiş ise de Atatürk’ün bizzat kendisi, Türklerin medeniyetin yaratıcısı ve yaşatıcısı olduklarına yönelik araştırma ve çalışmaları yabancıların oyununu bozmuştur. Bu tür propagandalardan zaten etkilenmeyen millete de İstiklâl Savaşı’nda ispatlamış olduğu "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözü ile ayrıca motivasyonel bir güç kazandırılmıştır. Hiç şüphesiz, milliyetçiliğin bir fonksiyonu da kalkınma ve gelişmenin dinamosu olmasıdır. Kendine güven duyan, kendinden emin, aşağılık kompleksine yakalanmamış bir nesil henüz daha başlangıçta en önemli vasıtaya sahip demektir. Burada meydana gelecek olan ülkü birliği, bir Türk olarak insanın kendine güvenine ilâve güç olacak, millet olarak aynı dâvanın takipçilerinden biri olması dolayısıyla ferdi ve cemiyeti seferber kılacaktır. M. K. Atatürk, bu ruh ve ülkünün mevcudiyetine inanmıştır. Nitekim Onuncu Yıl Nutku’nda bu psikolojik gücü çok iyi tasvir etmiştir: "Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlik içerisinde güçlükleri yenmesini bilmiştir."
Bütün dünyanın cephe aldığı Türk devleti, kendi başına kalınca, kalkınmanın yolu olarak sağlam bir millî kültüre dayanmayı ilke edinmiştir. Bütün bu faktörler Türk milliyetçiliğinin gelişmesinde ve amaçlarının belirlenmesinde itici bir rol oynamıştır. Doğrudan doğruya Türk milletine dayanan devletin lideri olarak Atatürk, bu ortamın odak noktasında bulunmuştur. Başka bir ifadeyle, böyle köklü bir Türk milliyetçiliğinin içerisinde yetişmiştir. Burada verilen mücadele ise taşıyla, toprağıyla, yaşayanıyla, şehidiyle Türk olan vatanın sonsuza kadar yaşatılmasıdır. Atatürk "bu memleket tarihte Türk’tü, bugün Türk’tür ve sonsuza kadar Türk olarak yaşayacaktır" (Atatürkçülük, c1, sh.83), sözü ile dâvasının özünü ifade etmiş bulunuyordu.
Cumhuriyetin kurulmasıyla birlikte, Türk’ten gayri unsurlar ve milletler devletin dışında kalmışlardır. Cumhuriyet, Türk kahramanlığı ve kültürü ile inşa edilmiştir. Nitekim Atatürk 10. Yıl Nutku’nda bu gerçeği "Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli, Türk kahramanlığı ve Türk kültürüdür." sözü ile ifade ediyordu.
Bütün bunlara rağmen, Atatürk’ün vefatını müteakip milliyetçilik, âdeta yaklaşılmaması gereken zararlı bir görüş olarak yorumlanmıştır. Milliyetçiliğe ve milliyetçilere gerici, ırkçı, kafatasçı gibi sıfatlar yakıştırılarak hareket gözden düşürülmeye çalışılmış, milliyetçiler de türlü cezalara muhatap tutulmuştur. Bütün bu saldırganlık ve sapkınlıklarda da Atatürk maskesinin ardına gizlenilmiş, Atatürk milliyetçi değilmiş gibi gösterilmeye çalışılmıştır. Daha sonraları da "Atatürk milliyetçiliği" tabiri uydurularak, Türk milliyetçiliği ezilmeye çalışılmıştır. Derin köklere sahip Türk milliyetçiliği belki de iyi bir niyetle uzlaşma adına baltalanmıştır. Ancak bilinmektedir ki, Atatürk’ün bizatihi kendisi de bir "Türk Milliyetçisi"dir. Nitekim bu ifade doğrudan doğruya Atatürk’e ait olup, anlamak için allâme-i cihan olmaya da gerek yoktur: "Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk toplumudur. Bu toplumun fertleri ne kadar Türk kültürü ile dolu olursa, o topluma dayanan Cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur." (Atatürkçülük, c1, sh.83).
Türk milliyetçiliğini ırkçılık ile karıştıranlar ya da kasıtlı olarak öyle yorumlamak isteyenler tarihte de, bugün de mevcut olmuştur ve olmaktadır. Ancak, Türk milliyetçiliğinin ne tarihte ne de bugün asla böyle bir boyuta gelmediği çok iyi bilinmektedir. Türk milliyetçiliği, başka milletlere hayat hakkı tanıyan, bütün dünya milletleri için adalet isteyen, bencillikten ve aşağılık kompleksinden uzak bir milliyetçilik anlayışına sahiptir.
Milliyetçilik zedelenmeye çalışılırken alaycı bir üslûpla "Bir Türk dünyaya bedeldir" sözü ele alınmakta ve başka hangi milletin böyle bir iddia ile ortaya çıktığı sorulmaktadır. Tabiatıyla cevapları, olmadığına ilişkindir. Böyle düşünenlerin (belki de düşünemeyenler daha doğru bir tabir olur), son derece bilgisiz oldukları aşikârdır. Nitekim ırkçı teorilerin kökeni de, uçları da dışarıdadır. Sadece düşünce platformunda değil, uygulamada da bu böyledir. Hitler, binlerce insanı Alman ırkının dünya ırklarına göre üstün olduğu inancına dayandırarak katletmemiş midir? Düşünce sahasında da ırkçı okul olarak bilinen Gobineau, Chamberlain, Lapouge ve Ammon ırk üstünlüğü peşinde değiller midir? Bütün bu düşünürler ve daha nice siyasetçiler kendi milletlerinin üstünlüğünü haykırmamışlar mıdır? Bu soruların cevapları da bellidir. Kaldı ki Atatürk ve diğer Türk milliyetçileri başka milletlere hayat hakkı tanımayan böyle bir yorumun içerisine bile girmemişlerdir. Nitekim, Atatürk şöyle demektedir: "Biz öyle milliyetçileriz ki bizimle iş birliği yapan bütün milletlere hürmet eder ve saygı duyarız. Onların milliyetlerinin bütün gereklerini tanırız. Bizim milliyetperverliğimiz herhalde bencil ve gururlu bir milliyetperverlik değildir." (Aynı eser, sh. 83).
Bugün saldırılara bir başka boyut eklenmiştir. Milliyetçiliğe karşı olmaya "küreselleşme" olgusu gerekçe olarak gösterilmektedir. Bütün dünyaya kendi kimlikleri ve millî kültürleri ile yayılmaya çalışan küreselleşmenin baş aktörleri, dünyanın geri kalanını mahallîleştirmeye çalışmakta, maalesef Türk aydını bu oyuna da gelmektedir. Küreselleşme karşısında ancak güçlü bir millî kültür ile ayakta durmak mümkünken, kültür parçalanmaya çalışılmaktadır.
Bütün bu anlatılanlar ikna edici değilse, o hâlde şunları da belirtmek yerinde olur: Atatürk, hitabesine "Ey Türk gençliği!" diye başlamıştır. "Ey Türk gençliği" diye başlayan hitabesinde milliyetçilik anlayışını açıklıkla görmek mümkündür. Hitabe boyunca Türk milliyetçiliğinin temel unsurları dikkatleri çekmektedir. Öyle ki burada ilk vazife olarak müdafaa ve muhafaza etmeye çalışmak yani mücadele etmek verilmiştir. Bu mücadele de Türklük için yapılmaktadır. Mücadelenin zorluğu önemli görülmemektedir. Çünkü bir Türk evlâdı olmakla, henüz başlangıçta zorluğu yenmeye yetecek güç ve kudrete sahip bulunulmamaktadır. Zira Türk’ün muhtaç olduğu kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.
Bütün bu gerçeklere rağmen Atatürk adına Türk milliyetçiliğinden taviz verenler ve yalan-yanlış onu referans gösterenler bu noktada gaflet, dalâlet ve hattâ hıyanet içerisinde olabilirler. "Ne mutlu Türkiyeliyim" sözü, ne Atatürk’ün düşüncesiyle ne de Atatürkçülükle bağlantılıdır. Uzlaşma veya bazı çevreleri siyasî amaçlarla cezbetmeye çalışma amacıyla yapılan bu yanlışlıklar, hoşgörü sınırlarının dışına taşmaktadır. Halk, kendi memleketinde Türk olduğunu söyleme tedirginliği içerisine düşmektedir. Bir Fransız’ın, Alman’ın, Arab’ın milliyetiyle ilgili oldukça açık nitelendirmelerde bulunulurken veya bu milletlerin kendi kimliklerini açıklıkla ortaya koymaları yerinde bir anlayış ve kabul ile karşılanırken, Türk kimliği, yerinde olmayan ve hattâ acımasız suçlamalar içeren bir karşılık bulmaktadır. Hattâ azınlıkların bile kendi kimliklerini ve milliyetlerini açıkça ortaya koymaları hoş karşılanmaktadır. Elbette ki bizler de hoş karşılıyoruz. Ancak, bazı çevreler tarafından bunlara gösterilen hudutsuz hoşgörü, Türklüğünü ortaya koyanlara yönelik olarak hudutsuz tahammülsüzlüğe dönüşmektedir. Ancak, bu tür tutum ve davranışlara yönelik olarak bazen ilk bazen de son olmak üzere söylenecek yegâne söz "Ne mutlu Türküm diyene" olacaktır.
Kaynak: Orkun Dergisi Sayı: 23 Ocak-2000 -http://www.altayli.net