Günü anlamanın yolu dünden geçiyor. Bu anlamda geçmiş hiç geçmiyor gelecek de hiç gelmiyor. Geçmişin olumlu ya da olumsuz mirası sosyal veraset yoluyla aynen bugüne yansıyor. Cumhuriyet bayramında bazı Memur Sendikalarının ve Diyanetin Atatürk’ün adını anmamış olması bu tarihi bilinçaltıyla yakından ilgilidir.
Atatürk’ün ilan ettiği Cumhuriyet Bayramında onu yok saymak ya da adını anarken zorlanmak bazıları için geçmişin mirasıdır. Dünün mandacıları, İngiliz Muhibbileri ya da Yunan işbirlikçilerinin bağımsızlığın simgesi olan Atatürk’ü bugün anmamaları değil anmaları tuhaf olur!
Türk milleti ülkeyi işgal eden düşmana karşı boğaz boğaza bir mücadele verdiği dönemde düşman işgali altındaki İstanbul Hükümetinin ve onlarca yıkıcı cemiyetlerin hainliklerini yayınladıkları beyanname ve verdikleri fetvalardan anlamak mümkündür.
Milli Mücadele Dönemi, Beyannameleri ve Basın adlı eserde Teali-i İslam Cemiyetinin yayınladığı beyannamedeki bir pasaj şöyledir:
“Ey Kahraman Askerler!
Harp senelerinde sizi cephe cephe sürükleyen ve aç susuz süründüren ve din kardeşlerinizin, hemşehrilerinizin beyhude yere ölmelerine sebebiyet veren birkaç kişi arasında Mustafa Kemal, Ali Fuat, Bekir Sami gibi zalimler de var idi!
Siz bu zalimlerin cinayetlerine daha ne kadar göz yumacaksınız? Elinize aldığınız fetva-i şerif ki Allah’ın emridir, okuduğunuz hatt-ı münif ki halifemizin, padişahımızın bir fermanıdır, siz Allah’ın emrine halifenin fermanına ittibaen bu canileri, bu katil canavarları daha ziyade yaşatmamakla memur ve mükellefesiniz. Şu alçaklar ve hempaları bu cinayetleri hep sizin sayenizde yapıyor; bunları vücutlarını külliyen dünyadan kaldırmak beşeriyet için, Müslümanlık için bir farz olmuştur.”
11 Nisan 1920’de Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları hakkında bu ölüm fetvasını yazan Mustafa Sabri’ydi. Onun yazdığı bu fetva, o tarihte şeyhülislam olan Dürrizade Abdullah tarafından imzalandı, Damat Ferit’in onayı ve Vahdettin’in buyruğuyla da yürürlüğe konuldu.
Bu Mustafa Sabri, Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey’in idam fetvasını da veren şahıstır. Kurtuluş Savaşı zaferle sona erince İngilizlerin yardımıyla Mısır’a kaçtı. Yüz ellilikler listesinde yer aldı ve vatandaşlıktan çıkarıldı.
1927’de Yunanistan’da çıkardığı “Yarın” gazetesinde yayınladığı şiirin bir kıtası şöyledir:
“Badema -Şahit olsun işte cihan-
Yalnız Müslüman ve insan
Olarak kalmak üzere, Türklükten,
Şeref ve izzetimle istifa
Ediyorum Allah’ın huzurunda!
Tövbe yarabbi tövbe Türklüğüme
Beni Türk milletinden addetme.”
Böyle insanlar bu topraklardan çıkmıştır ve onunla aynı zihniyette olanların devamı da vardır. Ancak Refik Halit gibiler de vardır. O, Milli Mücadele sırasında “Bizim için tutulacak tek kurutuluş yolu, İngiltere ile beraber yürümektir”, “Mustafa Kemal’in muzaffer olduğunu görmektense, memleketin Yunanlılar tarafından alınmasını tercih ederim”. Demişti. Bu hain tavır yüzden o da 150’likler arasına girerek Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmıştı.
Refik Halit gittiği ülkelerde barınamayacak ve Türkiye’ye dönecektir. Dönüşünde ise şu açıklamayı yapmıştır:
“Sevgili yurdumu ne halde bıraktım?
Dumanı yaslı tüten bir fabrika bacası tanırdım; Zeytinburnu…
Ankara’da tek bina Taşhan’dı.
Bankalarda dilimiz ötmez, şirketlerde sözümüz sökmezdi.
Trende Türkçemi Rumlaştırmadan biletçiye meram anlatamazdım.
Tokatlıyan’da Frenkçe söylemezsem garsona dilediğimi kolayca yaptıramazdım.
Plajlarımızda yüzen yabancılara kıyıdan korkarak bakar, Avrupa’dan dönerken
hudutta şapkamı pencereden atardım.
Memlekette toprağın kurusu bizim, yaşı elindi.
Mütemadiyen tekrarladığım şu; Yaşa Atatürk, beni gurbette de göğsümü kabartarak
yaşatan Atatürk”.
Eninde sonunda herkes aslına dönüyor. “Keşke Yunan galip gelseydi” diyen zihniyetin Türkiye’de tarihi kökenleri var ama yanlışlarından dönenler de var. Sonuçta Cumhuriyeti uyku nedir bilmeyen nesiller yaşatacaktır! O halde yakınmak yok uyanmak var!