“… Ruhumuzun içinde kar yağar
Anamızdan doğduğumuz geceden beri
Fikirlerimizi tıfıl vinçlere
İri buğday tanelerinin trenleri yürüttüğünü bilmeyiz
Biz yangında koşuyu kaybeden atlarız
Biz kirli ve temiz çamaşırları
Aynı zaman aynı minval üzere katlarız
Biz koşu bittikten sonra da koşan atlarız”
Sezai Karakoç
Mübarek ramazan ayındayız.
Şemdinli kahpe terörün hedefinde, yanıyor. Halep taraf olduğumuz iğrenç bir savaşın içinde, yanıyor. Bodrumda ise sıcaktan yananlar sere serpe, ayılı-enikli bikini teşhirinde. Ankara’da ulaklar üzerinden bilmem kaç yıl sonra paylaşılacak sıcacık koltukların derdi, manşetleri buluşturuyor ülkemde.
Kimileri soruyor; Şemdinli Halep olur mu? Cevabın Ankara-Bodrumda olduğunu bilerek!
Yavrusu, şehidimizin cenazesinde öğreniyor annesi. Daha bir gün önce “annemi televizyondan uzak tutun, buraları görür üzülür” demiş.
“Sırtında 40 kilo yük, aklında vatanı” dağlarda gezerken, rahat uyusunlar diye uğruna mücadele verdiği insanlarında illaki aklında vatan vardır deyip!
Televizyonlarda gündemi ısıtanın, kendi yandığı sıcaklık olduğunu zannederek…
Bu tezatlar doğurgandır; davulcudan başlayan inanç kavgaları, tek cümlede başlatılan linç girişimleri, mahalleli işçi savaşları kucağımızdadır, artık.
Bağrımızda “ecnebi uzmanlarımız” boşuna mı fink atmaktadır.
Dünyada hiçbir millete nasip olmayacak şekilde Mete Han’dan beri on yedi büyük devlet kurmuştuk bu günlere gelene kadar. Demek ki On altı devletimiz yıkılmıştı. Bunu hiç konuşmadık ya da konuşmayı düşünemedik bile.
Sloganların gölgesinde, kalıp övünçlerin sığlığına teslim olmayı seçtik. Yaptığımız/yazdığımız tarihe dönüp bakıp, ilham almayı akıl bile etmedik.
Şimdi ise yüzsüzlük maskeli pişkin suratlar “tarihimizle yüzleşmeyi” önerecek cesareti bulur oldular. “Demokratikleşmemize” emek verenler öyle mesafe aldılar ki, Şehit ile terörist aynı kefeye konma arsızlığında. Terörün “siyasi sözcüsü” tüm hınzırlığıyla meydan okumakta tüm insanlık değerlerimize!
Peygamber ocağı olan karargâhlarımızın suikast çeteleri yetiştiren birer merkez olduğuna inandırılma kampanyası had safhada. Küreselleşen dünyada, vatan, bayrak, millet, milli sermaye, milli eğitim gibi kavramlar hamaset edebiyatı sayılır oldu. Gelin kaynana, yarışma programlarında stres attık toplumca. Maçlarda bağırdık “en büyük Türkiye”
Dahası; tüm bunları yaşadığımız coğrafyanın kan gölüne döndüğü, zaman dilimine sıkıştırma maharetini göstererek…
Bir gün, görmez oluyoruz, diğer gün duymaz. Bir gün hissedemez hale düşüyoruz, diğer gün fark edemez. Çok zorlanırsak umursamaz!
Kimi zaman rahatımızı bozan bir ses, “uyan” derse de cevabımız hazır, “konjonktür!”
“Beden dili, mimik kontrolü” tabi olduğumuz, vazgeçemediğimiz istikamet vericimiz.
(Haber geldi yeni, yürek yangını, 8 şehit daha verdik! Kor düştü yeniden bağrımıza, kelimeler çıkmıyor artık, sesim kısık. Kalem tükendi, isyan ediyor yazmaya….)
On yedi büyük devlet kurduk, on altı devletimiz yıkılmıştı. “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın.”