1994 Ramazanında Alman Polisince şehid
Edilen Hamburg Din Ataşesi Ali Mangaoğlu’nun
vefatının 18. Yılı anısına…
Doğu Almanya’yı, Sovyetler Birliği’nden parasını ödeyerek satın alıp birliğini sağladıktan sonra, özgüveni iyice artan ve gözünü yıkılacak SSCB topraklarına çevirmiş olan Alman Oryantalistler (şarkiyatçılar) eskiye nazaran daha büyük heyecanlarla ve daha sıkı çalışmalara başlayarak, Alman politikacılarını etkilemeye başlamışlardır.
Çöken bir imparatorluktan, topraklarını insanları ile birlikte satın almış olmak Almanları şımartmış gibi gözükmektedir. Birden bire önündeki engellerin kalktığı ve dünyanın süper devleti olma gibi bir hayale kapıldığı veya kendisini bu tür stratejiler içinde bulduğu anlaşılan Almanya, bu işin planlamasını da Oryantalistlere vermiş gözüküyor.
— Geçmişinde Hitler gibi bir macera yaşamış bir milletin, kısa sürede kazandığı güç ve gelişme eski hülyaların hortlamasına sebep olmuş olabilir mi?
Alman oryantalizminin bu gün geldiği noktada sorulacak en önemli soru belki de budur.
Gözü dönmüş barbarlar gibi, önüne gelen ülkeleri yakan yıkan, ezip geçen soykırımlarla “yokedici” rolünde yaptıklarını hiç mi hiç hatırlamayan bir tutum içinde bulunan talep ve uygulamaları ile yukarıda bahsedilen soruyu sorduran oryantalistlerin önerileri, uygulama ve/ya uygulatmaları gelecekte yaşlı Alman halkına yeni üzüntüler yaşatabilir gözükmektedir.
Gözü dönmüş, hayalperest oryantalistlere ,”hele bir durun, siz ne yapıyorsunuz?” deme imkânı bulursa, hem Almanya, hem de dost ve müttefikleri iç karışık ve huzursuzluklarından kısmen de olsa kurtulabilir.
ALMAN VAKIFLARININ ÜLKEMİZDEKİ FAALİYETLERİ
Alman vakıflarının soruşturmaya konu olmuş faaliyetleri de işte bu oryantalist fikirler yüzünden olmuştur. Ülkemizde hukuki ve meşru kuruluş ve çalışma imkânı olup olmadıkları bile belli olmayan bu vakıflar, belliki kapıldıkları hayallerle, kimse bize bir şey yapamaz görüşünde. Avrasya’nın süper gücü olma hayalleri, AB içindeki rolleri, bizdeki Allah’a inanır gibi AB’ye inananların varlığı ve pek çok şey onları böyle pervasız hale getirmiş olmalıdır.
Bu arada unutulan basit bir şey daha var: biz bu Cumhuriyeti sadece bir Avrupa ülkesine karşı değil; bütün Avrupa’ya karşı vermiştik. Biz bu Cumhuriyeti savaşlar kazanarak ve zaferlerle kurduk.
— İstiklal Marşı’mızdaki “tek dişi kalmış canavar” kimi veya kimleri anlatır?
Bugün kültürel olarak “bütün kalelerimiz zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş olabilir” hatta daha pek çok şeyimiz başkalarının kültürel, ekonomik işgalinde olabilir, ama unutmayınız ki, biz asla emanete hıyanet etmeyiz.
Bize emanet edilmiş olan en kutsal şeyin de vatan olduğunu bilir ve inanırız.
Bu konuda Cumhuriyeti savunmakla görevli olanların yaptıkları iş böyle bir iştir. Türk Milleti adına görevli olanlar, görevlerinin başındadır. Bizim rahatlığımız da bu yüzdendir.
İŞÇİ TÜRKLERLE İLGİLİ UYGULAMALAR
1960’lı yıllarda başlayan Avrupa’ya ve özellikle Almanya’ya işçi akını, daha sonra göçe dönüşmüştür. Belki Avrupa, Almanya ve Türkiye; “işçi”, “işgücü” olarak ilk zamanda görülen bu akının daha sonra “göç”e dönüşebileceğini, taraf ülkeler olarak, toplumları etkileyebileceğini düşünemediler. Bu göç hadisesi ile ilgili, özellikle vatandaşlarımızın büyük sorunlarla karşılaşabilecekleri hatırlara bile gelmedi. O nedenle, vatandaşlarımızın kısa vadeli sorunları ele alındı, günlük çözümlerle yetinildi. Oysa zaman geçiyordu ve vatandaşlarımızın problemleri çeşitlendikçe ve büyüdükçe çok önemli sıkıntılara sebep oluyordu.
1970 – 1980’li yıllarda bizim vatandaşlarımızın yoğunlukla yaşadıkları ülke Almanya ve Alman toplumu bizimkileri hâlâ gastarbaiter (misafir işçi) olarak görüyorlardı. Kalacakları süre ise, belirli olmamakla beraber yakın sayılırdı. O bakımdan Almanya’daki yabancılar olarak varlıklarına ne kendileri ve ne de Almanya pek önem vermiyordu.
Ancak, Almanya’daki vatandaşlarımızın pek çoğu, düşündükleri gibi geri dönemedi. Almanya ve Avrupa’nın diğer ülkelerinde çalışmalarına ve yaşamalarına devam ettiler. Özellikle Almanya, kendini bir göç ülkesi olarak kabul etmediğinden; çalışmak, çalıştırmak için getirdiği vatandaşlarımızın problemlerine uzun vadeli çözümler üretmedi; kendi ekonomisinin gereklerine göre tedbirler aldı. Bu dönemde Türkler, Türkiye’ye dönücü olduklarından bir “entegrasyon”dan dahi söz edilmedi. Hatta istenmeyen durumlara neden olmamak için , “Türkler köklerinden koparılmamalı”, gibi açıklamalar yapıldı. (Klaus Bade, Homo Migrans,Wanderungen aus und nach Deutschland, Erfahrungen und Gefahren, s.77)
Bu nedenle Türk çocuklarına Türkçe dersler veriliyordu. Nasıl olsa Türkler memleketlerine dönecekleri için İslam din dersleri verilmesi, belki yararlı olabilirdi, ama mecburi değildi. Din derslerinin Türkçe okutulmasında da bir sakınca görülmüyordu. O nedenle Türk işçilerinin çalışmaları esnasında, gerektiği ölçüde Almanca öğrenmeleri, Almanya’yı gereksiz harcamalara sevk etmemek için ve geri dönüşlerini kolaylaştırmak, döndüklerinde de özellikle çocuklarının kendi toplumlarına uyumlarını sağlamak için ana dillerine müdahale düşünülmemişti. (Prof. Starck, Essener Gesprache zum Thema Staat und kirche, der İslam in der Bundesrepuplick Deutschland, s,138-190).
1990’LARA GELİNCE
Oysa 1990’lı yıllara doğru “göç” olgusunun oluşmaya başlaması Almanların dikkatlerinden kaçmadı. Geri dönüşü teşvik bakımından alınan tedbirler de netice vermedi. Ancak, Almanlar hâlâ daha ülkelerini bir “göç ülkesi” olarak kabul etmek istemiyorlardı. Almanya’da kendi kayıtlarına göre 7.350.000 yabancı yaşamasına ve bunların yaklaşık 2.450.000 in Türk kökenli olmasına rağmen (Auslander in der Europaischen union 1998) Almanya bir göç ülkesi değildir diyorlardı. (Wir sind kein einwanderungsland).
Bu inanışlarına rağmen, misafir işçilerinin kalıcılıkları gerçeği yavaş yavaş belirgin hale geldi. Dışarıda ve içeride, hala daha göç ülkesi olmadıklarını ileri sürerlerken eski politikalarının aksine, misafirler kaynaşmalı, erimeli, kaybolmalı şeklinde fikirler oluşturulmaya başlandı. Belki yabancıları incitmemek, özellikle Türkleri üzmemek için buna “Alman toplumuna entegre politikası” dediler. Aslında bu bir “asimilasyon” gerçeği idi. Ancak bu kelimeyi özellikle bu kelimeyi kullanmamaya özen göstermektedirler. Fakat toplumumuzun Almanya’da geldiği durum; belki Almanların özel bir gayreti olmamasına rağmen asimile olmaya başladıklarını gösteriyor.
İSTATİSTİKLER NE DİYOR?
TAM (Türkiye Araştırmaları Merkezi)a göre, 1960-1997 yılları arasında vatandaşlarımızdan 58.250 Türk erkeği Alman kadınlarla evlenmiş; 14.723 Türk kadını da Alman erkeklerle evlilik yapmıştır. Bu evliliklerden, babası Türk, annesi Alman 47.837, babası Alman annesi Türk 15.793 çocuk doğmuştur.
Diğer taraftan, yaşları 15-25 arası yaklaşık 25.000 vatandaşımız Alman hapishanelerinde yatmaktadır. Maalesef bunların % 80’i de uyuşturucu kullanmaktan veya satmaktan hüküm giymiştir. Öbür yandan, yaklaşık 200.000 çocuğumuz evlerini ve ailelerini 3-6 yıl arası terketmektedir. Çocuklarımızın ancak %7’si üniversiteye önü açık Gymnasium’lara devam edebilmektedir. Geri kalanların tamamına yakını Haupschule (meslek okulu)ye gitmekteler, bunların %40’ı da okuldan diploma alamadan okuldan ayrılmaktalar.
Almanya’da yaşayan İranlıların çocuklarının üniversiteye gitme oranlarının %45’e ulaştığı bir ortamda (AB vatandaşlarının çocuklarının da oranı %45’dir) toplumumuzun eğitim seviyesinin bu derece düşüklüğü, AB’ye girmeye hazırlandığımız bu zamanda çok düşündürücüdür.
Ağustos 2000 tarihi itibariyle Almanya’da meslek edinmiş 80.000, bir ticarethane sahibi 40.000, bir üniversiteye devam eden veya mezun olmuş 24.000, Almanya’nın 8 yıllık zorunlu eğitiminden geçmiş 1.500.000 vatandaşımız bulunmaktadır. Buna rağmen olumsuz rakamlar hızla artmakta, Almanya’daki birliğimiz ve beraberliğimiz hızla bozulmaktadır.
Bunlara karşı, devletten milyarlarca lira aylıklar alan Eğitim, kültür, din ve diğer alanlarla ilgili diplomatlarımızın geliştirdikleri projelerden ve çözümlerden bahsetme imkânı yoktur.
1990 SONRASI VE ORYANTALİSTLERİN TESİRİ
1970’li yılların sonundan itibaren ufak tefek Türkiye aleyhtarı gurubu içersinde bulunduran, kısmen destek olan Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde, önce ve özellikle Almanya’da başlayan bu tür gurupları koruma, besleme ve ülkemize karşı eylemleri için eğitilmelerine göz yumma veya imkan verme birden bire 1990 yılından sonra artmaya başlamıştır.
Artan hem Almanya ve diğer ülkelerde örgütlenme, hem de eş zamanlı olarak ülkemizde örgütlenmeler incelenebilir. Örnek olarak da, Alevi dernek ve Vakıfları bu konuda en belirgin örnek olarak incelenebilir.
Oryantalistlerden bazılarının görüşlerini burada özet olarak vermek istiyorum. Bunlar görüldüğünde aşırı olmak üzere, bir takım hareketlerle provakasyonların nereden beslendiği açık seçik görülecektir.
Biz burada konumuz gereği sadece dinle doğrudan ilgili düşüncelere yer veriyoruz. Aşırı sol, PKK, bölücülük ve diğer konular, yukarıdaki görüşleri de aldığımız (Tamer Bacınıoğlu – Andrea Bacınıoğlu’nun müştereken yazdıkları “ MODERN ALMAN ORYANTALİZMİ” adlı kitapta kaynakları ve ayrıntıları ile vardır. Kitap ASAM tarafından 2001 yılında, Ankara’da neşredilmiştir.)
Bu görüşler sadece Almanya’daki birkaç marijinal gurupta değil, Alman yöneticilerde de görülmektedir.
İŞTE ALMAN ORYANTALİSTLERİN GÖRÜŞLERİ
“Ülkemizdeki Cumhuriyet din düşmanı ideolojik bir temele dayanır. Cumhuriyeti kuran Atatürk, kadınlarla kolay ilişkiye giren, rakıdan hoşlanan, içe içe zıkkımlanan, 1924 den itibaren de bir mürteddir. İmansız generaldir. Kemalist takdisçilik. Kemalizm totaliter özellikler taşıyan, sadece dinle alakasını kesmiş insanlarca hazmedilebilmektedir. Laiklik dinsizliktir. Demokrasi İslama aykırıdır, zira İslam’da egemenlik halkın değil, sadece Allah’ındır. Türkler ya Müslüman’dır, ya da Kemalist-laik. İslam’da dinden çıkmanın cezası ölümdür.”
Türkiye’de zaman zaman adı duyulan CDU partisinin Vakfı olan Konrad Adenauer Vakfı’nın dergilerinde yer alan görüşlere göre, sekiz yıllık kesintisiz eğitimin arkasında “İslam düşmanlığı” vardır. Yine bu dergiden, ülkemizde ne kadar din var, bunlar bir birlerine ne kadar düşman, ya da bu düşmanlık nasıl oluşturulabilir gayretleri görülmektedir.
Bunlara göre, “Sünni İslam’a karşı, imha seferinde Atatürk’ün gizli silahı Aleviler”dir.
Anadolu’da İslamın yanında başka bir inanç sistemi daha vardır: Alevilik. (Bu “bir başka din” mensuplarına “etnik gurup statüsü verilmelidir”.
Sovyetler dönemi Rus Ortodoks Kilisesine benzeyen Diyanet İşleri Başkanlığı, “Türkiye’de İslamı ezmek üzere kurulmuş bir dairedir.”
Alman Katolik Kilisesi uzmanlarınca çıkartılan dergilerde Atatürk soykırım yapmış Adolf Hitler’le karşılaştırılmakta ve O’na benzetilmektedir.
Türkiye’de Kürtlere, Alevilere ve inanan Müslümanlara karşı insan hakları ihlalleri vardır.
Bu konularda çalışma yapan kurumlar arasında Kiliseler, Siyasi Partiler ve Vakıfları, İnsan Hakları Dernekleri bulunuyor ve kiliseler özellikle Ortaasya’ya kadar uzanan “Müslüman – Hıristiyan Diyalogu” toplantıları kullanılıyor.
Özellikle ülkemizde ramazanlarda, iftarlarla hatırladığımız “Hıristiyan – İslam Diyalogu” gibi safsataları lütfen hatırlayınız, neye, kime hizmet ediyor?
Yukarıdaki Cumhuriyet, Atatürk, İslam ve Diyanet hakkındaki görüşleri günümüzde kimler TV’lerde seslendiriyor?
BU FİKİRLER İRANDAN MI BESLENİYOR?
Yukarıdaki görüşlerin sahipleri belli olmasa, İrancıların görüşleri, irticaî fikirler, denilebilir. Özellikle son beş altı yıldır aşinası olduğumuz bu görüşlerin, eskiden İran’dan geldiği söylenmiyor muydu?
Cambaza bak deyip, ceplerimizi soyan birileri, nüfusunun en az %50’si Türk soylu, Müslüman, kardeşimiz İran’la aramızı açmak için bizi kandırıyor, sağ gösterip, sol vuruyor, gibi geliyor.
Evet, gerçekleri görelim. Bu görüşler İrancı düşüncelerle, irtica ile uyuşsa bile, bu fikirler Alman oryantalistlerin görüşleridir.
Bu görüşler, ülkemizdeki Vakıflarında ve diğer kuruluşlarında ve/ya Almanya’daki araştırma merkezlerinde geliştirilen fikirlerdir.
Dostumuz, girmeye çalıştığımız AB’de ortağımız Almanya’nın oryantalist bilim adamları bu fikirleri geliştiriyor, temellendiriyor ve eş zamanlı olarak Almanya’daki örgütlerle birlikte ülkemizdeki işbirlikçilerine de yüklüyor.
Üstelik bir de şaşırtmaca programlarla, içimizi karıştırıp, bizi başka yerlere yönlendiriyorlar.
ALMAN DEVLET ADAMLARININ DESTEĞİ VAR
Oryantalistlerin düşünceleri kâğıtlarda, kitapların sayfalarında kalmıyor. Devlet adamları bunları uygulamaya sokuyorlar.
Alman Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher 26 Mart 1992 tarihinde: “Türkiye için bir Yugoslavya modeli” öneriyor. Yani Türkiye bölünüp parçalansın istiyordu.
Türkiye’yi bölmek isteyenlerin kimlikleri ve içeridekilerin dayıları anlaşılmıyor mu?
Alman İçişleri Bakanı Otto Schily de 27 Haziran 2002 tarihinde Süddeutsche Zeitung adlı gazeteye verdiği röportajda, Genscher’e atıfta bulunduğu konuşmasında, Almanya’daki Türklerden bahsederken, “ iki dilli bir Almanya istemiyorum”, “en iyi entegrasyon asimilasyondur”, diyodur. Yani Almanlaştırma istediğini açıkça söylüyordu.
ASİMİLASYON İÇİN AKADEMİK ÇALIŞMA
Türkleri Almanlaştırmak; öncelikle dilinden ve kültüründen koparmak isteyen Almanlar, onlara din hürriyeti tanıyormuş gibi görünerek son on yıldır uyguladıkları politikalar için ilmi araştırmalar ve kitaplar da hazırlamışlar. Dillerini kaybettikten sonra insanlar dinlerini nasıl olsa kaybedecekleri görüşündeler. Arzu edenler Almanca olan aşağıdaki kaynağa bakmalıdır.
Nils
Feindt-Riggers und udo Steinbach, İslamiche Organisationen in Deutschland, Eine aktuelle Bestandaufname und Analyse – pilotuntersuchung, Deutsc Orient Institut, Hamburg 1997
Bunlardan habersiz din kurumu da, şimdilerde “Anadilde Hutbe” adıyla “Kürtçe Hutbe” sevdası gibi, Almanya’da “Almanca Hutbe” sevdasına kapılmamışmıydı?
Kürtçe Hutbe okununca, Kürt Devleti mi kurulmuş olacak? Hani tarihte varya yeni kurulan devlet başkanı, önce “adına Hutbe okutur” ve para bastırırdı. Bu uygulama hala devam ediyor sananlar, aç yüzyıl geride kaldıklarını bile fark etmeyen gerçek gerici yobazlar olmalıdır.
ALMANYA VE TÜRKİYE DAHA YAKIN DOST OLMALIDIR
Dünyanın gidişi, güç dengeleri, enerji başta olmak üzere ihtiyaçlar Almanya ile Türkiye’yi rakip ve düşman olmaya değil, dost olmaya, müttefik olmaya ve birlikte harekete mecbur etmektedir.
Konu sadece AB sebebiyle değil, hem AB içinde, hem de AB dışında Avrasya’da ve Ortadoğu’da dünyayı bekleyen sıkıntılar, çözümler, stratejik meseleler bu iki büyük ülkenin dostluk ve işbirliğini göstermektedir.
Türkiye ve Türkler sadece I. Dünya savaşı gibi kötü günlerde değil, iyi günlerde de Almanlarla işbirliği yapmayı istiyorlar. Belki de Türk modernleşmesinin örnek şehri Berlin’in bunda nostaljik etkisi de vardır.
Romantik olmanın ötesinde, kendilerini gösterme duygusuna kapılmış oryantalistler başlarımızı derde sokmadan önce Almanya ve bütün Avrupa bu oryantalizm hikâyesinin tesirinden kurtulmalıdır.
BİZİMKİLER NE YAPIYORLAR?
Evet, Oryantalistler ve onlara destek verenler bunları yaparken, bizim oralarda gözümüz kulağımız olan diplomatlarımız ne yaparlar? Üstelik nerede ise, her genel müdürlüğün temsilcisi, müşavir ve ataşeleri binlerle mark veya dolar alırken yapılanları görmüyorlar mı?
Devletimiz bir şeyler yapmıyor mu?
Doğrusu devletimiz bunları ve daha farklı boyuttaki çalışmaları farketmiş. Onun için de mesela Diyanet İşlerine yurt dışında teşkilatlanma imkanını 1980 sonrasında, üstelik askerler sağlamıştı.
Bu gibi faaliyetler doğrudan memur eliyle yapılamaz, gönüllü sivil kuruluşlar yapalım. Yurt içinde olduğu gibi siyasi ve ideolojik olarak bölünmüş vatandaşlarımıza sahip çıkalım denilmiş. Bu düşünce ile de Diyanet İşleri Türk İslam Birliği (DİTİB) gibi kuruluşlar organize edilmişti. Üstelik bu kuruluşu yönetecek kimse yok denilerek, başlarına da Din Müşavir ve ataşeleri konulmuş.
O günden bu güne ne resmi misyona dâhil Bakanlık örgütleri, ne de bu tür kuruluşlar, kendilerine yüklenen misyonda başarılı olamamışlar.
Avrupa’daki bütün vatandaşlara hizmet etmesi gereken bu örgütler, kendileri yeni bir fraksiyon haline gelmişler. Bu fraksiyonun belirgin özelliği ise, bütün diğer fraksiyonlara karşı olmalarıydı. Yani Türkler tarafından kurulmuş sağcı, solcu, ülkücü, Atatürkçü, İslamcı ve diğer bütün görüşlere karşı yeni bir fraksiyon olmuşlardı.
Bu kuruluşlar para kazanma ve özel menfaat sağlama, ilgili bakanları gezdirme, ayarlama, yola getirme, yıkama-yağlama işlerinde son derece başarılı olmuşlar.
Son on yılda ise, tarikat ve cemaatler merkez kabul edilerek bu teşkilatlar yeniden düzenlenmiş…
ASİMİLASYONDA İLK İŞ DİN DERSİ VE DİN DİLİ
Almanya’da yaşayan Türkleri Almanlaştırmanın ilk yolu ve uygulama alanı olarak Türklere verilen Din Dersleri’nin dili oldu. Almanlar, din dilini Almanca yaparak, dini duyguları da kullanıp, bu işi daha kolay yapacaklarına karar verdiler.
Diyanet, oradaki yan kuruluşlarını kullanarak ve “Vakıf Profesörlüğü” gibi garip bir makam icat ederek neler yapıyor, kime hizmet ediyor, bilinmiyor.
Almanya’da yaşayan Türklerden bir bölümü de Alevi olduğu için, önce onları tahrik ederek, çocuklarını Din Derslerinden aldırmayı başardılar. Sonra onlar için de ALEVİLİK DERSLERİ adlı bir din dersi kitabı yazdırttılar.
Almanya’nın eyaletlerinin yarısında ve bazı AB ülkelerinde Alevilik bağımsız Din kabul edilerek, okullarda İslam Din Dersi yerine Alevilik Dersleri verilmeye başlandı.
Bir de bu iş dille olur diye, “Ayin-i Cem”i Almanca yapmaları için önce teşvik ettiler. Sonra ekonomik tedbirlerle bunu zorunlu hale getirdiler. Ülkemizdeki anlı şanlı basınımız, “Almanlar da anlasınlar diye Cem törenleri Almanca yapılıyor “ diye öğünerek haber yaptılar.
Mayıs 2002 tarihinde Ankara’da Milli Kütüphane’de, ASAM Ermeni Araştırmaları Enstitüsü’nce yapılmış olan bir sempozyumda beraber olduğumuz, Sayın Doğu Perincek:
“ – Bizim Hasan Yalçın Almanya’dan yeni geldi. Asimilasyona Almanlar Alevilerden başlamış. Eskiden Alevilerin örgütlerinde bir Atatürk resmi, bir de Türk Bayrağı bulunurdu. Alman bunları bulunduran örgütlere para yardımını kesiyormuş, bunu bir konuşalım”, demişti. Hasan Yalçın’da oradaydı. O Hakk’a yürüyünce görüşmeyi yapamadık.
İSLAM VE CAMİ ASİMİLASYONA ARAÇ MI EDİLİYOR?
Oryantalistler ve onları dinleyen idareciler, Türklerin memnun kalacakları hususları tespit ettirmişlerdir:
Cami yapımına kolaylıkla izin verilmesi, minare inşası, dışarda ezan okunması, Müslüman mezarlıkları için yer tahsis edilmesi, Müslüman çocuklarına Alman okullarında Almanca din dersleri verilmesi, İslamiyet’in din olarak tanınması …
Bunlar, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bu ülkede görevlendirdiği din görevlilerinin hoşuna gitmekte, asimilasyon tuzağına gözü kapalı düşmelerine sebep olmaktadır. Bunun “ İslâmı ehlileştirme ve böylelikle Müslüman Türklerin, özelikle Türkiye ile bağlarını koparma” operasyonu olduğu akıllarına bile gelmemektedir.
Aslında milletin aklı alacağı parada ve Türkiye’de bu paralarla yapacağı yatırımda olduğundan dikkat bile çekmemektedir.
AH ŞU İŞBİRLİKÇİLER OLMASA
Hem ülkemizde, hem de yurt dışında aleyhimizde işler yapanlar, bu işleri kendi başlarına yapmıyorlar, işbirlikçiler buluyorlar. Bunlar bizim adamlarımızdır. Güya dilimiz, dinimiz aynı insanlardır. Bu tür satılmışlar olmasa, bu işler bu kadar kolay olur mu?
Çıldırlı Aşık Şenlik demiyor mu:
“Ermeni’nin Rum’un yağlı ketesi
Kaypak Müslümanı dinden çıkarır”
Olan işte budur. Milli duyguları gelişmemiş, kişiliksiz, meziyetsiz, kültürsüz (bizim adam)ları (para kazansın) diye gönderirseniz sonunda, yağlı kete insanı dinden çıkarmaktadır.
BİR ÖRNEK
Almanya’da, özellikle Türk toplumunun asimilasyonunu önlemek ve onların Atatürk Türkiyesi’ne bağlılıklarını temin etmek, din konusunda aydınlatma görevi olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nca gönderilmiş diplomat ve diğer görevlilerin, İslam Din Derslerini Almanca okutma, müfredat ve din dersi okutacak öğretmeni tespit etme yetkisini devretme gibi bir takım belgeleri imza etmeleri Almanları son derece memnun etmektedir.
Gerçi bu imzaları atarken resmi unvanlarını kullanmıyorlar, Diyanet’çe Yurt dışında “yan kuruluş” olarak kurulmuş “Diyanet İşleri Türk İslam Birliği” (DİTİB) başkanı sıfatı ile imzalıyorlarsa da, Almanlar diğer dernek ve Türk kuruluşlarına, “bakın Diyanet ataşesi ve DİTİB Başkanı bile imzaladı, siz de imzalayın da bu iş bitsin” demişler ve İslam Din Derslerinin, Türk Çocuklarına Almanca verilmesi işini bilmem kaç eyalette halletmişler.
Berlin Yüksek İdare Mahkemesi’nin bu konuda verdiği kararın dayandığı belgelerden en önemlisi böyle bir yetki belgesidir.
Almanya’dan mektup yazan işçiler, “hıyanetin bu kadar makbul olduğunu bilmediklerini” anlatıyorlar.
Yaptıkları şikâyetler sonuçsuz kalmış, “Başkan’ın isteklerinin tetikçiliğini yapan Müfettişler” konuyu kapatıvermişler.
Bunu öğrendikten sonra insan kendi kendine soruyor:
— Hadi diyelim ki, düşman düşmanlığını yapıyor. Onları başarılı kılan içimizdeki işbirlikçileri ne yapıyor? Devletimiz ve güvendiğimiz “ilgili kuruluş”lar ne işe yarıyor?
Ya Ditib ne işlerle meşgul?
Şikâyetlere cevap bile verilmiyorsa, işler tam da oryantalistlerin istediği gibi mi gidiyor, dersiniz?
— 1994 yılında Hamburg’ta Alman polisince, bir akşam vurularak şehit edilen Din Ataşesi Ali Mangaoğlu bu tür taleplere imza atmadığı için mi şehit olmuştu?
— Devletim İstanbul İmam-Hatip Okulu ve İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü mezunu Ali MANGAOĞLU’nun bir ramazan günü şehit edilmesiyle ilgili bu konuyu hâlâ niçin aydınlatmadı ve neden Ali’yi şehitler listesine almadı?
***
–Şehitler ölmez!
Kardeşim Ali, inan bu dünya hainlere de kalmaz!