Alevilik Bağimsiz Din mi Yapilmak İsteniyor?

Özellikle AB ülkelerinde ve son yıllarda da ülkemizdeki gelimleler incelendiğinde Alevilikle ilgili zihin karışıklıklarının arttığı, yaygın halk tabiri ile at izinin it izine karıştığının görüldüğünü hemen herkes fark etmektedir.
 
Ülkemizde –nerede ise– her ilde kurulduğu kabul edilen ve dindar bir gurup öncülüğünde kurulan “Alevi dernekleri” ve “federasyonu” çalışmaları ile güya bir “diyalog ortamı” oluşturulmaya çalışılıyor. Buna karşı taraf diyebileceğimiz, aleviler tarafından bakıldığında, dinciler Alevileri asimile etme gayretinde görünüyor.
 
Bu dernek ve federasyonlar tarafından özel ve kamu katkısıyla toplantılar, iftarlar düzenlenirken, AB ülkelerindeki Alevi örgütleriyle koordineli çalışmalarda, “kendine özgü bir din” üretmeye gayret ediyor.
 
İster “Demokratik Açılım” deyiniz, isterseniz “PKK Açılımı” şeklinde ifade ediniz, bu açılım sırasında “etkili ve yetkili büyüklerin, canlı ortak yayınlar dahil, medyadaki Alevilik konusunda, şu olacak, bu olacak gibi açıklamalarına baktığınızda,;
 
1. Cemevleri, Alevilik, İnanç ve kültür merkezi olarak hükümet tarafından tanınacak,
 2. Alevi Dedelerine devletçe maaş verilecek
Şeklindeki açıklamaları TV izleyen, gazete okuyan hemen herkes bilmektedir.
 
Bununla yapılmak istenen de gayet normal gibi görünen, “yasaklanmış Alevilik Açılımı”dır.
 
1826 yılında Yeniçeri Ocağı topa tutularak, imha edilmeye çalışılmış ve kapatılmıştır. Evci olan, hasta, izinli veya firarda olanlar kurtulmuş ve kurtulanların çoğu bulunduğu mahalde ki Bektaşi Tarikatına sığınmışlardı. Kapatılan Bektaşi Tarikatı idi.  Önce Padişah II. Mahmud’un vefatı sonrasında Tahta çıkan Sultan Abdülmecit zamanında kapatılmış Bektaşi dergâhlarından ilk açılan "Şahkulu Sultan Dergahı" sultan Abdülaziz zamanında bütün Bektaşi dergâhları tekrar açılmıştı.
 
T.C tarafından veya Osmanlı tarafından “Aleviliği yasaklayan” bir tek kanun, tüzük, yönetmelik, hatta genelge dâhil bir tek cümle olmadığı halde bu niçin özel vurgularla anlatılmaktadır?
 
Bunlar yapılırsa, yasak denilen Alevilik özgürleşecek midir?
 
Günümüzde Alevilik diye ifade ettiğimiz şeyin tarihi ve kültürel adı veya kendisi nedir?
 
Mevcut bir sorun varsa –ki elbette var– basında konuşulan-anlatılan açılımlar yapılsaydı bu sorun çözülmüş mü olacaktı, yoksa bu sorun çarpan etkisiyle yeni ve daha büyük sorun haline mi gelecekti?
 
Bize göre, beklenen veya anlatılanlar açılım paketine girseydi, inanın sorun gerçekten azgınlaşabilirdi?
 
Neden mi?
 
GÖRÜNEN VE GÖRÜNMEYEN GÜÇLER ÜLKEMİZDE TEHLİKELİ OYUNLAR MI TEZGÂHLIYOR? 

Ülkemizde hem meseleyi geçiştirmek isteyenler, hem de anlattıklarına kesin bir delil gösterme gerekçesiyle “kökü dışarıda bazı mihraklar”dan bahsetmeleri eskilerin deyimi ile “vak’a-i âdiyeden” bir olay halindedir.
 
Dünyanın tek kutuplu hale geldiği 1990 yılından bu tarafa, yaygın adı ile “küresel güç” dünyayı tek başına yönetmek için, önce kendisini “tek güç ve kudret sahibi” Yüce Tanrı’ya benzeterek, strategy of god (Tanrı Stratejisi) adını verdiği bir çalışma başlatmış, bu strateji ile dünyayı yönetmeyi planlamıştı.
 
Kısa bir süre sonra, bunun çok isabetli olmadığı düşüncesiyle, “Tanrı, din diye bir şey icadetmiş, bütün dünyayı icadettiği dinler aracılığı ile yönetiyor” fikrine kapılmış ve stratejinin adı değiştirilerek, “Strategy of religıons” (dinler stratejisi) adını almıştı.
 
George W. Bush’un ikinci defa seçilmesini takibeden yıllarda da, bütün dinlerle ilgili stratejiler geliştirmenin gereksizliği, küresel güce, bu gücünü sağlıklı olarak devam ettirebilmesi için gerekli kaynakların genel olarak İslam dünyasında olduğu gerekçesiyle sadece bu alanı incelemek ve Müslümanların dini ile ilgili bir stratejiye ihtiyaç olduğu tespiti yapılmalı önerisinde bulundular. Sonunda da “Strategy of İslam” (İslam stratejisi) da karar kılınmış.
 
Meşhur BOB (büyük Ortadoğu Doğu projesi) de bu stratejin bir uygulamasından ibaret olmalıdır.
 
Üzülerek ifade etmeliyiz k, ülkemizdeki bunca çoğalmış ve her köşede görülen strateji merkezleri arasında “İslam Stratejisi” çalışan, bu alanda kendisini geliştirmiş bir tek merkez veya uzmanımız yok gibi görünüyor.
 
Geçmişinde ASAM tecrübesi bulunan ve Asam’ın kuruluşu sırasında, strateji konusunda eğitim verdiği ilahiyat fakültesi Öğretim üyelerinden, çalışanlarına din, dinler tarihi dâhil olmak üzere temel eğitim verdiğini bildiğimiz 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsünü bunun dışında tutmak mümkündür.
 
Hem islam dünyasının tam ortasında bulunup, hem de ülkemiz dâhil bütün İslam ülkelerinde uygulanan bu stratejiden haberdar olmamak nasıl izah edilebilir?
 
Demek ki, bizi öyle uyutuyorlar ki,  İslam dünyasındaki iç çatışmalar, kavgalar bir yana küresel güçlerin (bazen bizim de içinde olduğumuz organizasyonlarla) Kuzey Afrika ve Asya kıtasında yaşatılan kanlı olaylara bakarak bile uyanmıyoruz.
 
Bir de bu stratejiyle Müslümanların yaşadıkları topraklarda küresel güçlerle birlikte olmanın huzurunu(!?) da eklemeliyiz. Ayrıca benzer uygulamalar için hazır olduğumuz şeklinde bir algıda içeriden birilerince pompalanıyor.
 
Böyle bir ortamda Alevilik konusu sadece bizim iç meselemizdir, denilemeyeceği gibi, küresel emperyal güçlerin oyun alanı dışında, deme imkânımız da olmayacaktır.
 
Özellikle de Sovyetlerin dağılması sırasında, ortada kalan eski Marksist – Leninist, ateist; çoğu Avrupa ilkelerinde yaşayan, eski elemanları işsiz bırakmama gibi algıladığımız kişilere, Alevi örgütleri kurdurulduğu anlaşılıyor.
 
Bu geçmiş birikimleriyle hareket eden yöneticilerin, bu gün “Alevilik” diye adlandırdığımız, Köy Bektaşiliği, eski deyimle “KIZILBAŞ”lığın tarihi ve kültürel kökleri ve kodlarından ayırarak, yeni bir Alevilik oluşturulduğu da görülüyor.
 
Bize göre işin en inanılmaz yanı, babasından ve “Dede”sinden Hacı Bektaş Veli tarafından kurulmuş “yolu” ve “erkânı öğrenmiş” olmaları gereken “Yolun ve Erkan’ın yürütücüsü” durumunda ki DEDE’nin de eğitimsizliği, bunun verdiği cehaletin yanında yoksulluk ve ideolojik kabullerle bu yeni yozlaşmada görev almalarıdır.
 
Düşkünler Cemiyeti’nin Postu”nda “Mürşit Postu” nasıl oluyor, sorusunu sormamız gerekiyor.
 
AB ÜLKELERİ ALEVİLİĞİ ”KENDİNE ÖZGÜ DİN” OLARAK TANIMAYA DEVAM EDİYOR
 
25 Ekim 2007 tarihinde Danimarka’nın Aleviliği  “din” ve “Danimarka Alevi Birlikleri Federasyonu’nu “Din Kurumu” olarak kabul etmesi ile Alevilik probleminde yeni bir döneme girilmiştir.
 
2014 yılına kadar AB ülkelerinde “Aleviliği Din Tanıma” faaliyetlerinin artacaktır.
 
Danimarka, Hollanda, İsveç Aleviliği kendine özgü bir inanç” yani “din olarak” tanıdı.
 
Avusturya`da, 22 Mayıs 2013 tarihinde yayımlanan bir kararname ile  Alevilik “kendine özgü bir din” ve Aleviler de "Din Toplumu" statüsüne kavuşmuştur.

Bu tanınma ile Avusturya Devlet okullarında “Alevilik Din Dersi” verilme hakkı elde edilmiştir.
Alevilikle ilgili çalışmalarda merkez işlevi gören Almanya’nın Berlin, Baden Württemberg, Kuzey Ren Vesfalya, Bavyera, Hessen Eyaletleri ile İsviçre‘nin Basel Kantonu “kendine özgü bir inanç” olarak “din olarak” tanıyor.

Adı sayılan yerlerde bulunan Alevi Federasyon veya Dernekleri de “Din Kurumu” statüsünde kabul ediliyor”

Almanya ve Fransa devlet olarak Aleviliği “Kendine özgü Din” olarak tanımayı gerçekleştirdiğinde, herhalde Türkiye de “Aleviliği bağımsız din” olarak tanımak durumuyla karşı karşıya kalacak gibi görünüyor.

Unutmayalım ki, bir dinden ayrılarak din haline gelen anlayışlarda, en büyük düşman eskiden kopup, ayrıldıkları din olmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu bağımsız din tanımalara karşı her hangi bir tavrının, tepkisinin veya zamanında müdahalesinin olduğunu düşünmüyoruz.

Eğer ülkemiz gerekli tedbirleri alıp, milli birlik ve beraberliğimiz sağlayamazsa, Oğuza mensup Aleviler ve Alevi olmayanlar arasında son derece çetin iç çatışmalarla Türklük ve Anadolu’daki Türk macerası son derece zor bir noktaya gelebilecektir.

Aleviliği öğrenmeye, okumaya başladığım 1972 yılından bu tarafa geçen zaman içinde, Türkiye içinde ve T.C vatandaşlarının yaşadığı Avrupa ülkelerinde yüzlerce diyebileceğim konferansın yanında yüz kadar makale ve sayısı ona ve toplam baskı miktarı ellibini geçen kitaplarımla verdiğim emeklerin boşa gideceği endişesiyle her gün üzüntün biraz daha artmaktadır.

Endişem, korkum ve yüreğimdeki en büyük sıkıntı budur.

Bu acı ile ölmek de istemiyorum.

CEMEVİ İNANÇ VE KÜLTÜR MERKEZİ Mİ?

Cem Evi” veya “Cemevi” şeklinde dilimizde vardır. Genel olarak da Köy Bektaşiliği(Kızılbaşlık)nde, köyde “Dede” bulunmuyor ve başka yerden geliyorsa, komşular, hangi evde cem yapılacağı (toplanılacağı) veya tarikat toplantısının hangi evde yapılacağını öğrenmek istediğinde, bilgisi olduğunu zannettiği komşusuna:
“- Kız fatma! Cemevi kimin evi, diye sorup öğrenmek için kullanılırdı.

Şehirli Bektaşilikte “cem” tabiri de, “cemevi” tabiri de yoktu ve bu sebeple kullanılmazdı. Şehirlinin sürekli bu maksatla yapılmış Karacaahmet Dergâhı, Şahkulu Sultan Dergâhı, Abdal Musa Dergâhı, Sarı Saltuk Dergâhı gibi bütün şehirlerde Bektaşi Dergâhları vardı.

İstanbul, Bursa, Edirne gibi şehirlerde nerede ise, her mahallede Bektaşi dergâhı bulunurdu. 

Köy Bektaşileri(Kızılbaşlar)ne ait toplantılar, toplantıya katılacakları alacak kadar büyük olan kimin evi varsa, o evde yapılırdı.

Bunun içinde köylerde “cemevi” adıyla yapılmış tarihi ve kültürel bir bina örneği yoktur.

Dergâh, Tekke ile eş anlamlıdır. Her iki kelime de tarikat toplantılarının ve tarikat ibadetlerinin yapıldığı mekân demektir.

Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde “Şeriat”ın ibadeti olan “cemaatle namaz” sadece camilerde kılınırdı. “Tarikat”ın ibadeti olan zikir, cem, devran, …”  gibi isimlerle anılan toplantıların ise camide yapılmasına izin verilmezdi.

“Aynı şekilde, tarikat ibadetinin de yapıldığı dergâh, tekke ve zaviyelerde de şeriatın ibadetinin yapılmasına (cemaatle namaz) izin verilmemiştir.

Sebebi de gayet açıktır.

Tarikatların merkezlerinde, serbest sohbet, muhabbet, şaka, masal, tanışma, vakit geçirecek haram sayılmayan oyunların oynanması ve farklı eğitimlerle birlikte, boş vakit geçirme, iş ve meslek kursları, okuma yazma öğrenme, birlikte veya ayrı ayrı kitap okuma; musiki, tezhip, kakmacılık gibi sanat ve zanaat çalışmaları ile sosyal ilişkilerin tamamı yapılabilirdi. Yorgun olanlarla erken uykusu gelenlerin yatıp uyuduğu, hastalar, yolcular, sahipsizler misafirlerin ağırlanması da bu mekanlarda yapılabilirdi.

Dergâh, tekke ve zaviyelerde öyle uygulamalar vardı ki, bunlardan bir kısmı bu günkü tarikatlarda hoş karşılanmayabilir de. Mesela, yemek vakti, yatan, uyuyan, sohbet eden, hasta, yolcu kim varsa mutlaka sofraya çağrılırdı. O sırada, her hangi bir yere gittiği ve geleceği bilinen derviş veya tanıdıkların yemekleri de mutlaka ayrılır, geldiğinde ikram edilirdi.

Ezan okunup, namaz vakti geldiğinde ise, buralarda cemaatle namaz kılınmazdı. Cemaatle namaz kılmak için istisnasız, bütün tekke, dergâh ve zaviyelerin dışında, ama yakınında mescid olurdu, cemaatle namaz orada kılınırdı.

Yani şeriatın zorunlu ibadetlerinin yapıldığı yerler ile tarikatların gönüllü ve isteğe bağlı olan ibadetlerinin yapıldığı yerler ayrılmıştı.

Şeriat, dediğimiz şey, “Kelime-i Şehadet”e iman ve bunu dili ile ikrarla başlayan İslam Dinini ifade eder. Şeriatın zorunlu ibadetlerini, günlük, haftalık ve bayramlık ibadetler olarak tasnif etmek mümkündür.

Günlük namazlar tek başına yerine getirilebileceği gibi, cemaatle kılınması daha çok sevap olarak kabul edilir. Ayrıca sosyal gelişme ve medeni ilişkilerin gelişmesi açısından günde beş defa camiye gidip gelme son derece önemli sosyal bir faaliyet ve hayırlı sonuçları olan; dünyevi ilişkilere de sebep olur.

Haftalık ve bayramlık ibadetler sadece cemaatle kılınabilir. Bu hiç olmazsa cami veya mescidin bulunduğu semt veya mahalle halkını haftada ve bayramlarda zorunlu olarak bir araya getirerek,  orada olup biteni öğrenme, komşulardan haberdar olma ve sosyal faaliyet ve ilişkileri geliştirmeyi de zorunlu kılardı.

Bütün tarikatların merkez veya taşra olarak kabul edilen dergâh, Tekke ve Zaviyelerinin yanına yapılmış cami veya mescitler bu amaçla yapılmıştı. Bektaşi Dergâhları da öteki dergâh, Tekke ve Zaviyelerin tabi olduğu hukuka tabi idi.

Tek başına namaz kılacak, cemaate gidemeyen veya gecikenlerin tek başlarına namazlarını Tekke, Dergâh ve Zaviye’de kılmasına ses çıkartılmaz, yatan, uyuyan, hatta namaz kılmadığı bilinen kişilere “haydi, namaz vakti” gibi uyarı yapılmaz veya “namazını kıl” yahut “namazını kıldın mı” diye soru sorulmazdı. Namaz eğitimi ailede ve ilk mektepten itibaren sürekli yapılırdı. O ayrı işti.

–  Yemekte herkesi çağırıyorsunuz da, namazdaki bu ilgisizlik neden, diye soran olursa da:

–  Namaz Allah’ın emri… Allah’la onun arasında bir iş. Biz ona karışmayız, ama yemek yemezse hasta olur, bir şey olur, başımız belaya girer, şeklinde cevap verilirdi.

Bu anlayış ve hoşgörüye bu gün ne kadar ihtiyaç olduğunu anlatmaya ihtiyaç da yoktur.

Bu noktada Cemevi olsa olsa, şehirde yaşayan Köy Bektaşileri (Kızılbaş veya bugünlerde ki deyimle Alevi) dergâhı anlamı taşıyor. Cemevi, asla bağımsız bir din veya mezhebin inanç merkezi değildir.

Yani cemevi de Bektaşi dergâhı, Tarikat toplantı ve tarikat ibadetinin, kendi usul ve erkânına göre yapıldığı mekânın adıdır.

Burada ifade edilen usul ve erkân, köy Bektaşileri olan ve tarihi olarak Kızılbaş, tahtacı, Çepni, Barak, Türkmen, Sıraç, Dodurga, Kıyıevli, Karaevli gibi Oğuz’a ait aşiret isimleri ile veya Tunceli Erzincan arasında olduğu gibi Kürt diye ifade edilen Hacı Bektaş Veli yoluna bağlı köylü demektir.

Bölgede Kürt kelimesi, Kızılbaş olmayan ahali tarafından –üzülerek ifade ediyorum ki – Kızılbaş kelimesine kendilerince yüklenen kelime hakaret veya saygısızlık anlamına gelebileceği endişesiyle – “bizden değil”i belirtmek için verilmiş isimdir. Bu Kızılbaşlar bir cümle bile Kürtçe bilmezler. Horasan’dan gelme oğuz boyuna mensup insanlardır.

Yani Cemevi Tarikatın ibadethanesidir, bunda şüphe yoktur.
 
CEMEVİNİN ORTAYA ÇIKIŞI ŞEHİRLEŞME İLE İLGİLİ

Merhum Özal dönemi ve sonrasında, köylerin şehirlere göçle boşalmaya başlaması ve 8 yıllık zorunlu eğitimin de ülkenin coğrafi ve iklim şartlarına uygun olmayan “taşımalı eğitim” saçmalığı ile nerede ise, %80 lere varan bir yoğunlukla ve sadece çocuklarını okutma amacıyla başlayan şehirlere akın şehirleşmede önemli yer tutar.

Tabi şehirleşme veya şehirlileşme, köyden şehre göçle hemen gerçekleşen bir olgu değildir. Bu bir eğitim yanında, sosyal gelişme ve kültür meselesidir.

İşin bu tarafının acınacak ayrı bir durum olduğu ve konumuzun dışında kaldığı için buna temas etmeyeceğiz.

Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması, pek çok insanımızın fark etmediği sosyal, siyasal ve kültürel gelişmelere ve değişmelere sebep oldu.

ABD ve AB 1984 yılından itibaren Sovyetlerin dağılacağını –belki de gün hesabıyla– biliyordu ve hazırlıklıydı, Türkiye ise bu dağılmaya hiç mi hiç hazır değildi.

Bu konuda en çok değişme veya gelişmelerden bir kısmı da bizim şehre gelmiş Köy Bektaşilerinde ve bu gün Alevilik diye ifade ettiğimiz kesimde yaşandı.

Bu dağılma sırasında yapılan en önemli işimiz bağımsızlık ilan eden Türk Cumhuriyetleri ile tarihi ve kültürel yakınlığı olan ülkeleri ilk tanıyan ülke olmamızdır.

Sovyetlerin silah kullanmadan dağılmasını planlamış küresel güçler ve ortakları, dağılma sonrası için belli plan ve projeler de hazırlamışlardı.

İlgilenenlerin çok iyi hatırlayacağı gibi, Sovyet tehdidinin ortadan kalktığı gerekçesiyle Nato’ya ve dolayısıyla Türkiye’ye ihtiyaç kalmadığı dillendiriliyordu.

Belki de projelerden biri de buydu.

Ancak Türkiye’nin hiç beklemediği bir şey olmuştu ve beş Türk Cumhuriyeti ile Tacikistan ve Balkan ülkeleri diye bağımsız devletler oluşmuştu.

Bu ülkelerin batı ile ilişkilerinde ve yenidünya düzeninde güvenebilecekleri en önemli ülke de Türkiye idi.
Belki de Türkiye için yeni doğan bu talepler sebebiyle Türkiye ve Nato dağılmaktan kurtuldu.

Türkiye dağılmaktan, bölünmekten kuruldu ama Türkiye’ye kalmış hesapları olanların hesaplarına devam etmesinin önünde de hiçbir engel de kalmamıştı.

Bilindiği gibi, tarihi olarak Kürtçülük hareketinin merkezi Paris’ti. Şimdi yeni bir hareket doğmaktaydı ve AB ülkelerinin lideri ve motoru durumundaki Almanya bu yeni hareketin merkezi olma işini kendisi üslenmişti.
Yeni meselenin adı, ALEVİLİK’ti…

Sovyetler dağıldığında, çok sayıda Marksist, Leninist, ateist örgütçülük ortada kalmıştı.

Almanya bunlara yeni bir örgüt ve çalışma alanı buldu. Bu alan bu eskilerin de eskiden mensup oldukları Alevilikti. Fakat bunların hiç birisinin Alevilikle bağı kalmamıştı.

Bu eski Marksistler, tıpkı Türkiye’de yaşayan ve yurt dışına kaçmamış Marksistler gibi, Alevilerin tarikat önderi olan Dede’ye “sömürücü”, “kapitalist” gibi bakıyorlardı.

Hatta köylerine gelip, halkın yola bağlılıklarının devamı için “görgü cemi”, yeni yetişenler için “ikrar” alan Dede’yi köyün dışında durdurup, üzerindeki paraları soyup, elleri ayaklarını bağlayıp yolun kenarına bırakanlar da vardı. 1980 sonrasında kışın soğuk günlerinde bu tür olaylardan Jandarmaya intikal etmiş pek çok kayıt vardı. Bu örneğin yaşandığı en önemli il de Tunceli idi.

Köylerinde iken, İkrar vermiş (tarikata giriş töreni yapılmış) olanlar da bunu unutmuş, unutmayanlar da bunu lüzumsuz bir şey gibi görmeye devam ediyordu.

İşte bu aslanlar, Almanya’da Alevi – Bektaşi örgütleri kurmaya başladılar ve ülkemizdeki akraba ve arkadaşlarına da burada da benzer örgütlenmeleri tavsiye ettiler.

1990 öncesinde, daha çok şehirli Bektaşilerin kurduğu ve liderliğini yaptıkları “Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği”, “Hacı Bektaş Veli Kültür ve Dayanışma Derneği” türü çok az sayıda dernek vardı. Bir iki tane de vakıf saymak mümkündür.

İşte bu örgütlenme ile gül gibi bir çocuk dünyaya geldi, adını “cemevi” koyduk.

Şimdi Almanya, Avusturya, Fransa, İsviçre, Belçika, Hollanda, Danimarka, İsveç, İngiltere, Romanya, Norveç ve İtalya gibi ülkelerin tamamında onlarla Alevi derneği ve bunların bağlı olduğu federasyonlar, birlikler bulunuyor.

Ülkemizde vakıf, dernek, federasyon gibi örgütlerin kuruluş tarihine bakanlar, yukarıda sayılan ülke örgütlerinden önce kaç örgüt vardıyı bulacaklardır.

İşte bu yeni dönemde “Cem Evi” diye bir yapı çeşidi çıktı ve Alevilik meselesinin başköşesine oturdu.
 
CEMEVİ İBADETHANE

Günümüzün en önemli sorusuna başlıkta cevap verdik.

Evet, Cemevi ibadethanedir.

–  Ama kimin ve neyin ibadethanesidir?

Asıl cevabı verilmesi gereken soru da budur.

–  Cemevi, bir dinin veya mezhebin ibadethanesi midir?

–  Hayır, Alevilik bir din veya mezhep olmadığı için Cemevi bir din veya mezhebin ibadethanesi değildir, olamaz da.

–  Peki, mademki ibadethanedir, o zaman neyin ve kimin ibadethanesidir? Burada hangi ibadet, nasıl yapılır?

Bunu anlamak ve bir problem varsa, onun nasıl çözüleceğini anlamak için sabırla bu yazının tamamının okunması gerekecektir.

Sebebine gelince, din nedir, mezhep nedir, yol ve erkân ne anlama geliyor sorularına cevap vermeden bu soruya cevap vermek, Mevlana’nın anlattığı köre fil anlatma hikâyesindeki örneğe uygun olarak, hiç fil görmemiş insanın karşısına tanımadığı bir hayvan, mesela zürafa çıkarıp, “fil budur” demek gibi olacaktır.

Unutmayalım ki, en büyük terör olaylarını düzenleyen PKK, KCK, Devrimci Yol, TDP, TKPB, TKP/ML, MLKP-K, TİKKO, Kürdistan Aleviler Birliği ve benzeri örgütlerin üst yönetimi dâhil, önemli sayılacak mensuplarının Alevi kökenli ateist (eski Marksist-Leninist)ler olduğu dikkate alındığında meselenin önemi daha iyi anlaşılabilir.

Alevilik konusu sosyal, kültürel, dini, hukuki, stratejik bir sorun olmakla birlikte özü itibariyle bir din sorunudur. İşin doğrusu en önemli din sorunu olduğu gibi, aynı zamanda bir şehirlileşme ve sosyal gelişme sorunudur.

Olayı bu şekilde görmeden ve anlamadan yapılacak çözüm önerilerinin başarı şansı olmayacaktır.

Şehirde, köydeki hayatın aynısını sürdürmek ne kadar zor ise, köydeki usul ve erkânla şehirde dini, tarihi, kültürel ve sosyal hayatı sürdürmek daha zordur.

Bu noktadan Alevilik problemine bakıldığında çok ciddi ve karmaşık problemlerin içi içe geçmiş olduğunu görürüz.

Bir örnek olmak üzere, köyün Dedesi, köydeki herkesi tanıdığı gibi, köylüler de onu çok yakından bilir ve tanırlar.

Dede’nin bu görevi yapabilmesi de Hacıbektaş ilçesinde oturan, “Hacı Bektaş veli Postnişini” olan ve “Çelebi”, “Serçeşme” gibi unvanlarla anılan zat veya makamda tarafından görevlendirilmiş olması zorunludur. Halen ülke genelinde görev yapanların hizmet bölgeleri, köy köy kimlere ait olduğu bilinmekte; ailelerin ellerindeki “İcazetname”lerde de bunlar yazılıdır.

Dede hiçbir surette bu kendisine verilmiş bölge dışında hizmete yetkili değildir.

Alevi dediğimiz vatandaş da ancak, kendisine “İkrar” verdiği Dede’nin düzenlediği “Cem Ayini”ne katılabilir; Dede Hakka yürüdüğünde, ailesinden birisini Çelebi yetkilendirebilir.

Hâlbuki şehirlerde bu klasik sisteme uymayan yapılar oluşmuştur. Dede, diyelim ki Tunceli köylerinde görevli (yetkili) bir zattır. Görevli olduğu Cemevini yaptırmış Vakıf veya Dernek tarafından atanmıştır. Manevi olarak orada yetkisiz olduğunda da tartışma bulunmamaktadır.

Dede düzenlenecek Cem’e geleceklerin çoğunu hiç tanımadığı gibi, “talip” sıfatıyla gelenler de Dede’yi hiç tanımamış insanlardır.

Diğer taraftan usul ve erkan kuralları gereği, ikrar vermemişlerle, yabancıların da alındığı salonlarda bu toplantılar, yola veya erkana ne kadar uygundur?

Maaşlı Dernek Dedesi veya Vakıf Dedesi tarihi geçmişte ve gelenekte yoktur. Bu durum şehirli sosyal hayata kuralları içinde çözülmesi gereken ve çok önemli olan bir problemdir.
 
HACI BEKTAŞ VELİ YOLU

Selçuklu Devletinin yıkılış döneminde Hacı Bektaş Veli ve arkadaşlarının Anadolu’ya gelişi ile başlayan ve Osmanlı Devletinin kurulmaya başladığı yıllarda oluşan Hacı Bektaş Veli yolu, o devirlerde konar-göçer Türkmenler arasında KIZILBAŞ adı ile başlamış, XVI. Yüzyılın başlarında da aynı yolun şehirli kolu olan

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!