Ahlaksız Muhafazakarlık Üzerine Söylev

Hz. İsa’yı kalabalığın önüne erguvan çiçeği renkli giysileri içinde çıkaran Roma Vâlisi Pilatus, onu halka şöyle takdim etmişti: Ecce homo! İşte adam!
… Bu takdim asırlar sonra dinle-diyanetle çok da işi o…lmayan Nietzsche’ye bile ilham verecek, onun “Kişi Nasıl Kendisi Olur?” isimli eserinin üst başlığını “Ecce Homo” olarak belirlemesine yol açacaktı. Ve o kitabının önsözünde Nietzsche, “Fısıldanan sözlerdir fırtınayı getiren; güvercin ayaklarıyla gelen düşünceler yönetir dünyayı!” diyecekti.
Bu yazıda, adam gibi adam olmadan “ahlâklılık” durumundan bahsedilemeyeceğini, rikkat ve zarâfetten nasipsiz karakter profillerinin temsil ettiği muhafazakârlığın eninde sonunda yıkıcı bir zihnî donukluğa ve Necip Fazıl’ın tâbiriyle “ham softalığa” evrileceğini düşünen -belki de az sayıda- insan adına, üzerine istiab haddinden fazla yük bindirilmiş “yeni Türk muhafazakârlığı” hakkında birkaç söz fısıldanacaktır. Bu sözlerin; gelmesi muhtemel, hatta mukadder bir fırtınaya mütevazı ve bir kelebeğin kanat çırpışı miktarınca katkı verip vermeyeceği, ancak Hakk’ın takdiri ve tarihin nihaî hükmü çerçevesinde belli olacaktır. Ne var ki -muhafazakâr veya değil- kendisine “İşte adam!” denilmesi zinhar mümkün olmayan kişilerin tarihin soylu sayfaları içinde anılmayacakları bugünden bellidir; zirâ bu, adl-i ilâhinin yeryüzündeki tecellisinin bir gereğidir.
1) Hangi Muhafazakârlık? Neyi Muhafaza Etmek?
Dünyevîleştikçe siyasîleşen, siyasîleştikçe vahyin özünden uzaklaşan İslâm’ın, ne makam taltifiyle ne de hapis cezasıyla yolundan döndürülemeyen büyük mütefekkiri İmam-ı Âzâm Ebu Hanife, hem Emevîler’in hem de Abbasîler’in zulmüne uğrayarak, ama yine de “adam gibi” durma tavrından zerre miskal tâviz vermeyerek tarihe geçmiştir ve bugün bir fıkıh dâhisi, mezhep imamı ve 8. asrın parlayan güneşi olarak tavsif edilmektedir. Bu sebeple bu yazının okurları arasında onun ismini duymayan yoktur. Ama onu zindana gönderen Emevîler’in Irak vâlisi (Yezid bin Hureyre) ile Abbasîler’in ilk halifesinin (Ebu Cafer Mansur) adlarını çok az kimse hatırlamaktadır. Kezâ onu mahkûm eden, onu susturmaya çalışan, o günkü dünyevî iktidara yaranmak uğruna “zulmü alkışlayan” nice saray beslemesinin, sorunlu bir nizamın ateşli müdafii kesilmiş nice o devir “muhafazakârı”nın bugün ismi bile bilinmemektedir.
Hanbeli mezhebinin kurucusu İmam Ahmed bin Hanbel, İmam Rabbanî, Hallac-ı Mansur, Niyazi-i Mısrî, Şeyh Mâşukî, Pir Sultan Abdal gibi nice başka insan da, “muhafazakârlık zırhı”na sımsıkı bürünmüş ama temelde dünyaya acınası bir şehvetle bağlı irili ufaklı iktidar odaklarının kurbanı olmuşlardır.
İslâm tarihinde son derece dramatik kıyımlara “ana rahmi” vazîfesi yapan muhafazakârlık, çoğu kez dünyanın başka yerlerinde de benzer sorunlara yol açmıştır. Örneğin asırlar boyunca “Hristiyan muhafazakârlığın” kalesi olan Vatikan’ın “cadı yakma törenleri”nden Haçlı seferlerine, kıyıcı “heretik avları”ndan sinsi saray entrikalarına uzanan mâceralarının özeti; dinmek bilmeyen ve ekseriyetle hunhar “kan banyoları”nın eşlik ettiği bir mülkiyet ve hâkimiyet hırsıdır.
Son zamanlarda Papalık’tan bu bayrağı devralan ve ABD’de “neocon” (yeni muhafazakâr) ismiyle tebarüz eden modernist Hristiyan muhafazakârlığın hangi toplu katliamların müsebbibi olduğunu bilen bilmektedir; bilmeyenlerin ise, Afganistan ve Irak’taki zulümlerin bilançosuna göz atması ve mâsum insanların başına yağdırılan bombaların “canlı yayında” bir reality-show kıvamında gösterilmesinin gerisinde nasıl vahşî bir dünya tasavvuru bulunduğu üzerine tefekkür etmesi yeterlidir.
Örnekleri artırmak mümkün ama gereksizdir. Burada üzerinde durulması gereken, muhafazakârlığın kendisine atfedilen değerlere ne ölçüde sahip olduğu veya olabileceği, olamadığı durumlarda ise ortaya ne türden faciaların çıkabileceğidir. Bilindiği üzere, toplumun sahip olduğu hâkim ve/veya yerleşik değerlerin korunmasını ve geleceğe taşınmasını esas alan yönüyle muhafakârlık, düzen koruyucu bir niteliğe sahiptir. Türkler gibi hem İslâmiyet öncesinde hem de İslâmiyet sonrasında “düzen” ve “adâlet” kavramlarını kurdukları devletlerin idarî mekanizmalarının göbeğine ve devlet felsefelerinin merkezine yerleştiren toplumlar için muhafazakârlık, bir dereceye kadar mutlaka dikkate alınması gereken bir fenomendir. Bununla birlikte, nasıl milliyetçiliğin “belli bir itidal düzeyi”nin dışına taşması ırkçılık gibi hastalıklara yol açıyorsa, kararı tutturulamamış bir muhafazakârlığın yukarıda sıralanan örneklerde olduğu gibi dogmatizme, tutuculuğa ve yobazlığa kapı açması da kaçınılmaz gözükmektedir.
Muhafazakâr düşüncenin düzenleyici bir dinamik olarak toplumda olumlu işlevler ifâ edebilmesinin asgarî şartları, bu düşünce mensuplarının;
i) söylemleriyle uyumlu eylemler içinde olmaları,
ii) yapıp ettikleri bütün işleri ahlâkî bir zemine oturtmaları ve bu zeminin kendi içerisinde tutarlılık göstermesine dikkat etmeleri,
iii) kültürde donmayı/donuklaşmayı engellemek için güçlü bir medeniyet perspektifiyle mücehhez kılınmalarıdır.
Türkiye’deki yeni muhafazakârlığın bu prensipleri ne kadar bünyesinde barındırdığı aşağıda sorgulama konusu yapılacaktır.
2) Ahlâkî Duruşu Örselenmiş Muhafazakârlık
Ahlâkî duruşun temeli tutarlılıktır. Tutarlılığın da iki boyutu vardır. Bunlardan birincisi, insanın temel meselelere bakış açısında vasatî bir kararlılık sergilemesi, dün ak dediğine bugün kara dememesidir. İkincisi ise, insanın dile getirdikleriyle eyledikleri arasında bir tenâkuz bulunmaması, Hz. Mevlânâ’nın tâbiriyle “olduğu gibi görünmesi veya göründüğü gibi olması”dır. Türkçe’de birincisindeki eksikliği tanımlamak için kullanılan sıfatlar “dönek”ten “fırıldak”a uzanan geniş bir çeşitlilik arz ederken, ikincisindeki eksiklik için “riyakâr” terimi gâyet açıklayıcı vasfıyla genellikle kâfi bulunmaktadır.
Şimdi, yukarıdaki kısa izahat muvacehesinde soralım: “28 Şubat iklimi”nin hükümfermâ olduğu bir dönemde yayımlanan ilk kitabında Özcan Yeniçeri’nin “Geleceğin mimarları, vicdanlarına uymadığı için itiraz eden, Tanrı’ya itaat ettiği için monark’lara karşı itaatsiz olan, seçtiği ilkelere ve şuuruna sahip çıktığı için de yalnız kalmayı göze alanlar olacaktır” sözüne temelde aynen katılan o günün İslâmcıları’ndan bugün kaç tanesinin -yalnız başına aynaya baktığında hiç nefs muhasebesine gerek duymadan ve aynı samimiyetle- bu özdeyiş değerindeki cümlenin altına imza atacağı söylenebilir?
Kelime-i tevhid’in derûnî mânâlarını pek iyi bilen, ateşli kapitalizm ve modernizm eleştirilerinde Allah’tan daha çok sevilen her şeyin bir “put” gibi algılanacağını dile getiren bu zevâtın (bir zamanlar bu kesimde pek moda olan “tağut” ve “müstekbir/mustaz’af” gibi kavram setlerine başvurmadan söyleyelim), “İslâmî kesimin parayla imtihanı” ya da “Lidere sadakatin dayanılmaz hafifliği” türünden varoluşçu ve “put kırıcı” yazılara ara vermiş olması neyin göstergesidir? Bu durum, İslâmcı aydınların 80’ler ve 90’lardaki söylemlerinde başat olan “devrimci” dinamiğin muhafazakârlık içinde eritildiğini mi, yoksa bu aydınların “değer eksenli” duruşlarının “iktidar şehveti”ne fedâ edildiğini mi imlemektedir? Yoksa İslâmcılar’ın istinatgâhlarını kaybettiklerini, ahlâkî çerçeve bağlamında bir “zemin kayması” yaşadıklarını mı göstermektedir?
Daha da somutlaştırarak söyleyelim: Hükümet mensuplarının, özellikle de Başbakan Erdoğan’ın herhangi bir sözünü, icraatını, yaklaşımını nâzik ve saygılı bir dille bile eleştirmeyi göze alamayan -birkaç namuslu ve yürekli yazar müstesna- İslâmcı aydınların, dünkü “devrimci” diskurları ve dünyaya meydan okuyan tavırları bir yana koyup gittikçe muhafazakâr bir konuma sürüklenmeleri, bu anlamıyla “yeni status quo”nun bekçiliğine doğru “uygun adım marş” vaziyetinde yürümeleri, hem düşündürücü hem de ibret vericidir.
“Kapalı devre” yayınla idare edilen ve muhafazakârlığın “olumsuz” bütün özelliklerini bünyesinde barındıran bir kısım cemaatler için ise ilâve bir analize ihtiyaç yoktur. Zirâ İslâm’ın yeryüzündeki en önemli “özgürleşme aracı” olduğunu anlayamayan ve birey irâdesi üzerine koydukları ipoteklerle bu özgürlük arayışını baltalayan yapıların, “eleştiri” kelimesinin ilk hecesini bile duymaya tahammülleri olamayacağı ortadadır. Hasbelkader bir “bilinç uyanıklığı” ânında mensubu olduğu cemaatin bulaştığı bazı kirli işleri fark eden kişinin, bu tespitini yanındakine ifâde ederken eliyle ağzını kapatması ve sesini kısması, herhâlde ancak bu coğrafyada görülebilecek bir garabet örneğidir ve bu yönüyle aslında “toplu bastırılmışlığı” simgeleyen anlamlı bir fotoğraf karesidir.
Devleti yıkacak şeyin “küfür” değil “zulüm” olduğu ilkesini bilen bir Müslüman’ın ister Ergenekon bahsinde, ister ekonomik faaliyetlerde, isterse siyasî ve sosyal meselelerde tutması gereken yol bellidir. Mağdur olmuş veya edilmiş kişiler varken, bu mağduriyeti dile getirmek “kendi tuttuğunuz takım”ın aleyhine olacaksa bile, doğru tavır mazlumun tarafında yer almak ve “adl”in tecellisi için çalışmaktır. “Haksızlık karşısında susan dil şeytandır” hadisini gündelik eylemlerinde hatırına getirmeyen insanların -kendilerini ister İslâmcı, ister şu veya bu cemaat mensubu, isterse de muhafazakâr olarak tanımlasınlar, sonuç farketmez- evvelemirde “adam gibi adam olabilmek” bahsi üzerinde yeniden düşünmelerinde, mümkünse ıslah-ı nefs etmelerinde fayda vardır. Bu yolda ihtiyaç duyacakları nasihatlari, bir zamanlar dikkatle okudukları kaynaklarda (Mehmed Akif, Said Nursî, Nurettin Topçu, Fethi Femuhluoğlu, vb.) rahatlıkla bulabileceklerdir.
“Adam gibi adam olabilmek” noktasında yaşandığını düşündüğümüz sorunların temelinde ahlâkî çerçevenin değişmesinin geldiğini yukarıda zımnen ifâde etmiştik. Doğru ahlâkî duruşun ne tür çekiç darbeleriyle örselendiğini anlamak için gelin somut olgular/olaylar üzerinde kısa bir gezinti yapalım:
– Erdemli bir “altın nesil” yetiştirme iddiasında olduklarını yıllardır tekrarlayan adamların, öğretmenlerin belirleneceği seçme sınavında “kul hakkı”na falan aldırmaksızın cümbür cemaat kopya işini organize etmeleri; bu çirkin faaliyetin kamuoyuna yansımasından sonra gazetelerinde üç maymunu oynayarak sessizliğe bürünmeleri veya üç yüz küsur kişinin tam puan çıkarmasının “olasılıklı bir durum” olduğunu pişkin pişkin söyleyerek ortalama toplumsal zekâyla dalga geçmeleri…
– Askerî vesayete ve otokrasiye karşı şiddetli bir sivil “direniş” sergileyenlerin, Başbakan Erdoğan’ın çoğu kez “hırçınlık”tan malûl söyleminde balyoz gürültüsü gibi yankı bulan “otokrat eğilim”e karşı acınası bir sükût içinde olmaları… (Devletin/hükümetin bakanına “Benim bakanım” diye son derece vulger bir dille hitap eden Başbakan Erdoğan’a, T.C.’nin herhangi bir bakanının asgarî saygıyı hak ettiğini ve “Hükümetimizin X Bakanı” gibi bir seslenişle birazcık nezâkete muhatap kılınması gerektiğini hatırlatacak bir muhafazakâr babayiğidin ortalarda hiç arz-ı endam etmemesi…)
– Bir bakanın kendi bakanlığında çalışan onlarca birim amiriyle birlikte aynı dönemde hacca gitmesinin o bakanlığın işleyişini nasıl felç ettiğini görememesi; işin artık ibâdetten çıkıp bir “turistik sefer”e dönüştüğünü ve birçok kişinin bakanın gözüne girmek için bu sefere dahil olduğunu söyleyenlerin “İslâm’ın şartları” hakkında ne yazık ki temel akaid bilgisinin ötesine geçemeyen uzun ve didaktik nutuklara mâruz bırakılması…
– TRT kanallarında insana “megalomanlığın böylesi” dedirten bir terbiyesizlikle TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin hakkında bir belgeselin yayımlanması; üstelik mâzisinde ele gelir hiçbir parlak nokta bulunmayan söz konusu genel müdürü “essahtan bir hazîneymiş” gibi sunmak zorunda kalan belgesel yapımcılarının yürek burkan çaresizliklerinin programın her aşamasında kendisini belli etmesi; daha da vahimi, söz konusu genel müdürün kendisine emanet edilen kamu kuruluşunu “kişisel çiftliğe” çevirdiğinin açık belgesi olan bu yapıma muhafazakâr yazarlardan tek ses çıkmaması ve bir Allah kulunun dahi “Edep yâ hû!” dememesi…
– Eline aldığı ve içinde sekiz on parçaya bölünmüş bir inek resminin bulunduğu kâğıtla kapı kapı gezen, peygamberimize kurban kestiğini söyleyerek kâğıttan seçilen parçaya göre ücret ödeneceğini belirten “cemaat ablaları”na, kurbanın ancak Allah için kesileceğini ve bunun haricindeki her türlü adlandırmanın “dolaylı şirk”e gireceğini söyleyen kimsenin çıkmaması, mizah dergilerine konu olabilecek bu türden cıvıklıkların bir virüs gibi ülke geneline yayılması…
– “Muhteşem Yüzyıl” dizisinde Kanunî Süleyman’ın istediği cariyeyle ilişki kurduğu iddiasının resmedilmesine büyük bir celâlle tepki gösteren ve RTÜK’ü harekete geçirerek elindeki her türlü tehdit vasıtasıyla dizi yapımcılarını sindirmeye girişen hükümet mensuplarına, muhafazakâr camianın önde gelen hiçbir isminin, “Kardeşim, AB’ye uyum kapsamında zinayı suç olmaktan kim çıkardı?” sorusunu yöneltmemesi…
– Ergenekon operasyonları kapsamında çeşitli kişileri seks görüntüleriyle tehdit ettikleri öne sürülen birakım zanlılar “yandaş medya kalemşörleri” vâsıtasıyla yerden yere vurulurken ve “haysiyet infazı”na tâbi tutulurken, büyük bir yerin belediye başkanının benzer içerikli görüntülerinin yaklaşık on sene saklandıktan sonra “tuhaf bir zamanlama” ile basına sızdırılmasına muhafazakâr câmiada tek kelime edilmemesi; daha da önemlisi, hakkındaki “kaset kolleksiyonculuğu” iddiaları ayyuka çıkmış bir başka belediye başkanının bu “patlatma operasyonu”nda en kuvvetli “olağan şüpheli” olduğuna dair tek bir imânın bile yapılmaması…
– Numune niyetine Necip Fazıl’ın, Sezai Karakoç’un, İsmet Özel’in, Ali Bulaç’ın, Seyyid Hüseyin Nasr’ın, Ali Şeriati’nin, Muhammed İkbal’in tek bir kitabını okumamış yeni nesil “sivil” ve liberal-İslâmcı gençler tarafından “sığ konjonktür entelleri”ne mütefekkir muamelesi çekilmesi; o yüzden de bu tosunların sosyete zillileriyle rüküş pozlar vermesini eleştirmek yerine, bu durumun post-modern bir pazarlama yöntemi olduğuna dair saçma diskurların internet yorumlarını süslemesi…
– Arkasını tıpışlayanlardan aldıkları cesaretle önüne gelene “ibik kaldıran” ve ismini telâffuz dahi etmek istemediğimiz “istavroz fideleri”ne birkaç yandaş kanalda birden program yaptırılması; “balici çocuklar” gibi zihni uyuşmuş bir görüntü sergileyen bu fikir fukarası tiplerin âni yükselişlerinin “öldüren câzibe”sine gittikçe daha çok yazar-çizerin kendisini kaptırması; sonuçta da herkesi suçlayan, Ergenekoncu, derin devletin adamı, vb. olmakla itham eden ve mütemâdiyen “öteki”yi yargılayan sâkil bir dilin kökleşerek düşünce hayatımızı felç etmesi…
Anlatılabilecek daha pek çok olay bulunmakla birlikte, okuyucunun içinin yeterince sıkıldığını varsaydığımız için bu bahse burada nokta koymayı uygun görüyoruz. Ümid ederiz ki ahlâkî duruşun temeli olan “tutarlılığın” önemi ile “adam olma” irâdesinin ne kadar hayatî bir konu olduğunu yeterince anlatabilmişizdir.
3) Medeniyet Telâkkisi Kuruyan Muhafazakârlık
Sekiz yıllık muhafazakâr iktidar döneminde kilometrelerce duble yol, binlerce toplu konut yapılmış, sağlık hizmetlerine erişimde vatandaşlara önemli kolaylıklar sağlanmıştır. Gerçi altyapıya yönelik hummalı çalışmaların hatırı sayılır bir kısmında yolsuzluk ve usûlsüzlük iddiaları ayyuka çıkmıştır ama -münâfıklık etmemek (!) ve konuyu dağıtmamak adına- burada onlara değinilmeyecek, sunulan hizmetlerin kalitesi ve toplumsal maliyeti tartışmaya açılmayacaktır. Zirâ asıl tartışılması gereken, Türkiye Cumhuriyeti’nin 60 küsur yıllık demokratik tarihindeki hemen bütün hükümetlerin sırtına bir yafta gibi yakışan yolsuzluk illetinin, muhafazakâr diye tesmiye olunan bir iktidarı da vurmakta oluşu değildir. Asıl tartışılması gereken, evrensel içerikli bir “medeniyet perspektifi” olduğu iddiasını dillendiren bir partinin ve onun etrafında kümelenmiş kurumsal yapıların, iş ve icraatlarında mezkur iddianın mütemmim cüzü olması gereken etik ve estetik kaygılara karşı bigâne ve aldırmaz bir tavır içinde oluşlarıdır.
Ne demek istediğimizi daha vazıh anlatabilmek için burada bir derkenâr açmak zarurîdir.
Roma medeniyeti, elbette ki verili ve çağına göre çok ileri bir hukuk düzeninin eseridir. Keza güçlü askerî yapılanma ve lejyon birlikleri de bu medeniyetin teessüsünde önemli roller oynamıştır. Ama Roma medeniyeti denilince ilk akla gelenler; -içinde vahşet dolu gösteriler yapılmış olsa bile- heybetli arenalar (örn. Kollezyum), Pantheon, Pont du Gard ve Trajan Forumu gibi görkemli mimarî eserler, günümüze kadar ulaşmış resimler, heykelller, freskler, ayrıca Lucretius, Tacitus, Vergilus, Cicero gibi sanatçı ve düşünürler ile onların geride bıraktığı eserlerdir.
Bugünkü Batı medeniyeti deyince -en azından o medeniyeti tanımlamaya çalışan bir Batılı’nın aklına- öncelikle Leonardo da Vinci, Michel Angelo, Rafael, Pierre Loscot gibi mimarlar; Dürer, Rembrandt, Goya, Renoir, Van Gogh, Picasso, Monet gibi ressamlar; Montaigne, Shakespeare, Cervantes, Zola, Hugo, Goethe gibi yazarlar; Mozart, Beethoven, Bach, Brahms, Schumann, Debussy gibi müzisyenler ve onların ortaya koyduğu eserler gelir. Zirâ medeniyet toplumun evren tasavvuruna bağlı biçimde mimarînin, edebiyatın, kültür ve sanatın omuzlarında yükselen bir şeydir. Bütün bunların toplamının ortaya koyduğu estetik ve etik bakış açısı ise, o medeniyetin kültürel kodlarını deşifre eden bir niteliğe sahiptir.
Nitekim Osmanlı medeniyeti denilince belki bir siyaset bilimcinin ilk aklına gelenler; tımarlı sipahiler ve yeniçerilerin belkemiğini oluşturduğu muhteşem bir ordu, bu orduyu besleyen toprak ve mülkiyet düzeni (tımar sistemi), bu ordunun ve seçkinlerin mânevî dinomosu olan tarikatlar, ulema sınıfının (medrese) ve adalet sisteminin düzenlenişi gibi unsurlardır. Ama medeniyet yapıcı irâde ve onun estetik zihniyeti/duyarlılığı açısından düşünüldüğünde; fethettiği şehre önce hamam (gusül için), sonra şadırvan (abdest için) ve nihâyet câmi (ibâdet için) diken, böylelikle inanç noktasındaki kavlini estetik bir sembolizmle ilân eden bir devlet gelmektedir. Bugün Macaristan’da bile hâlâ işler durumda olan ve Osmanlı dönemindeki gibi kadın-erkeğin farklı günlerde girebildiği hamamlar, Bağdat’tan Üsküp’e kadar geniş bir alanda hâlâ izlerine rastlanan ve bir kısmı faal durumda olan bedestenler, çarşılar, şadırvanlar, köprüler, en az mehter davulu ve kösü kadar medeniyet yapıcı irâdenin zamana meydan okuyabilmiş eserleridir.
Bu kısa derkenarın ışığında tekrar aslî konumuza avdet edersek, muhafazakâr iktidarın kucağında büyüyen sosyal ve kültürel entite’lerin nasıl bir medeniyet tasavvuruna sahip olduklarını ya da böyle bir tasavvura sahip olup olmadıklarını teşrih masasına yatırabiliriz.
TOKİ’nin yaptığı konutların zevksizliğini, iğretiliğini, tekbiçimli sıradanlığını bir kenara koysak bile, muhafazakâr iktidar döneminde burjuvalığa terfi etmiş “İslâmî sosyete” mensuplarının yaptırdıkları evlerdeki kaba, özentili, kolaycı ve gösteriş esaslı üslûbun insanı irkiltmemesi mümkün değildir.
Devâsa bir sermaye birikimine sahip olmasına, dünyayla onca içli-dışlı ilişkiler geliştirmesine, milyarlarca doların zikredildiği projeleri yönetmesine rağmen; bu kesimin, son 8 yılda “İşte bu!” denilebilecek ve istikbâle dair içimizdeki son umut kırıntılarını canlı tutabilecek estetik ve mimarî tarzıyla özgün tek bir câmi yapmamış/yapamamış olması, durumun vahametini bütün çıplaklığıyla gözler önüne sermektedir. En trajik olanı ise, bahse konu zaman diliminde yapılan ve gelenekle moderni birleştirerek “yaratıcı cehd”e kapı aralayan özgün iki câmiden birinin (diğeri İstanbul’daki Şâkirin Camii’dir), bu kesimin uzun süre galiz ifâdelerle yerdiği merhum İhsan Doğramacı tarafından inşâ ettirilmiş olmasıdır.
Eskiyi “ihyâ” edemediği gibi yeniyi “inşâ” etme cehd ve rüşdünden de yoksun olan bu sınıfın, laik burjuvaziyi taklit edebildiği ölçüde belli bir zihnî ve estetik olgunluğa erişebildiğini görmek, sosyolojik açıdan anlamlandırılabilir ve kısmen beklenen bir durumdur. Ne ki bu durum, -kendi evinin bahçesine bile doğru dürüst itina göstermeyen bir topluluğun “yaratıcı medeniyet hamleleri” yapamayacağı postülasından hareketle- bahse konu muhafazakâr yapıların “iddialı söylem”leri ile “arabesk/eklektik eylem”leri arasında hâlâ önemli bir açıklık bulunduğunu göstermesi bakımından memleket adına eseflenilecek bir konudur. [Arabesk demişken, iktidar partisinin milletvekili yapmayı düşünüp son anda vazgeçtiği İbrahim Tatlıses’in ve onun temsil ettiği değerlerin “yüksek medeniyet tasavvuru”nda nasıl bir yer bulduğu da muhafazakâr aydınlar tarafından düşünülmesi/irdelenmesi gereken bir sorunsaldır.]
Elbette ki haksızlık etmek istemeyiz. İktidar partisine mensup belediyeler başta olmak üzere çeşitli kurumlar aracılığıyla yapılan restorasyon çalışmaları, düzenlenen hat, ebru, tezhip, musîki kurs ve sergileri, tiyatro faaliyetleri, Ramazan eğlenceleri ihyâ-inşâ sürecinin olmazsa olmaz temel adımlarıdır. Muhafazakâr camianın bu konuda sevindirici ve zaman zaman imrenme uyandıran atılımlar yaptığı da insaf sahibi herkesin teslim edeceği bir gelişmedir. Ancak bütün bunların dünyalık iktidar temini için “araçsallaştırıldığı”na dair ciddî emâreler de mevcuttur ve böylesi bir araçsallaş(tır)ma (geçici gündelik çıkarlar için kullanma), uzun erimli bir tahayyül ve tasavvur gerektiren medeniyet başağının üzerine çöreklenmiş haşere hükmündedir.
Bu yazıda kişilerin konu edilmesinden büyük oranda kaçınılmaktadır, ama medeniyet yapıcı dinamiklerin nasıl vıcık vıcık bir münâsebetsizliğe kurban verilebildiğini ve araçsallaştırmanın bazen nasıl görgüsüzlüklere yol açabildiğini anlatmak açısından, isim vermeden bir örneğe değinmek yerinde olacaktır. Konuyla ilgilenenlerin hatırlayacağı üzere, 16-22 Mart 2009 tarihleri arasında İstanbul’da trilyonlar harcanarak 5. Dünya Su Forumu düzenlenmiş, kent 192 ülkeden 30 bini aşkın katılımcıya ev sahipliği yapmıştır. Bu toplantının Türkiye’de düzenlenmesi, bütün aksaklıklarına rağmen başarılı bir organizasyonun yapılması ülkemiz adına gurur verici olmuştur. Toplantıların yapıldığı Sütlüce’deki tesislerde hat, tezhip, minyatür, ebru gibi geleneksel sanatlarımızdan nadide örnekler sergilenmesi ve seçkin eserlerin satışa sunulması da çok iyi düşünülmüş bir reklam ve tanıtım faaliyetidir. Ancak çeşitli çalışmaların sergilendiği galerinin en güzîde köşesine, etkili ve yetkili bir bakanın kızının acemice hazırlanmış ve nereden baksanız amatör çalışmalarının yerleştirilmesi ve bahse konu hanfendiye özel bir sergi alanı tahsis edilmesi, pek çoğu alanında yetkin diğer sanatçılara koskocaman bir ayıp olduğu kadar görgüsüzlüğün de dik âlâsıdır. Görülen o ki geleneğe bağlılık; “ustaya saygı”, “had bilme anlamında edeb” ve “tevazu” gibi değerlerle perçinlenmediği müddetçe ancak eklektik ve göstermelik olmaktadır. Geleneğe bağlılığı modernizmin “yarışmacı rekabet” yaklaşımıyla harmanlamak ise, ortaya sentez değil ancak çorba çıkarmaktadır.
Bir medeniyetin ve ona mündemiç değerlerin temsilcisi/savunucusu olmanın, evvelâ o medeniyetin ruhuna, köküne ve künhüne nüfuz etmekten geçtiği de zikredilmesi gereken bir başka husustur. Herkes bilir; Münir Nurettin’i şiirleriyle besleyen büyük şâir Yahya Kemal’dir. Yahya Kemal’e ilham verip yazdıran ise İstanbul’un güzelliği kadar Osmanlı’nın imbikten geçirilmiş ve rafine edilmiş zarâfetidir. O zarâfet Yahya Kemal’in müdavimi olduğu muhitlerde yaşanmış, teneffüs edilmiş, Yahya Kemal tarafından içselleştirilmiş ve sonra zincirin son halkasındaki Münir Nurettin’in ağzında nağmelenmiştir. 16. yüzyıl Osmanlı’sına bir göz attığımızda devlet yönetiminde Yavuz ve Kanunî gibi kudretli hükümdarları, Sokollu gibi devlet adamlarını, şiirde Fuzulî ve Bakî’yi, mimaride Sinan’ı, halk şiirinde Pir Sultan’ı, tarihçilikte Hoca Sadettin Efendi’yi, fıkıhta (hukukta) İbn Kemal ve Ebussuud Efendi’yi, hat sanatında Ahmet Karahisarî’yi görürüz. Kısacası zirve isimlerin ve zirve eserlerin arasında daima bir dönemsellik ilişkisini izlemek mümkündür.
Kültürün inkişafı ve medeniyetin inkîlâbı, kurucu/yapıcı irâdenin niyeti kadar, bu niyetin ete kemiğe büründüğü kültürel iklimin uygunluğu ve sosyal yapının zihnî yeterliliği ile de ilgilidir. Konu medeniyetin zarâfeti olduğunda aklına Cahit Zarifoğlu’nun adı değil de bilmem ne tesettür markası gelen yeni nesil muhafazakâr ablalar ile siyasî iktidar lehinde beyanlar verdiği için büyük bir “muhabbet”le Cemil İpekçi’yi kucaklayan yeni muhafazakâr abilere hatırlatmak istediğimiz husus, içinde bulundukları kültürel iklimin, kapitalizmin servet ve şehvet hırsı ile kirletildiğidir. Bu kirlilik ise, içinden gürül gürül zarâfet akması gereken medeniyet çeşmesinin, daha işin başında tıkanıp kurutulması anlamına gelmektedir.
Sonuç Yerine
Türkiye’de muhafazakârlık, bir anlam kayması/genişlemesi yaşamış olup genellikle “mâneviyatçılık” veya “mukaddesatçılık” yerine kullanılmaktadır. Oysa mâneviyatçık/mukaddesatçılık başka, tutuculuk ve statükoculuğa kavramsal izdüşüm itibarıyla daha çok yakınsayan bir fenomen olan muhafazakârlık başkadır. Üstelik siyasî teori açısından bakıldığında, bugün dünyada kendisini muhafazakâr (conservative) olarak tanımlayan en önemli partinin ABD’deki Cumhuriyetçi Parti olduğu görülmektedir ve bu partinin son yıllarda dünya komuoyuna takdim ettiği en önemli figürün Bush olması, muhafazakârlığın daha dikkatli biçimde sorgulanması talebi için sağlam bir karîne teşkil etmektedir.
Muhafazakârlığın sorgulanmasında bize göre iki temel esas ölçüt olarak belirlenmelidir, ki bunlardan birisi ahlâkî duruş, diğeri de ona bağlı olarak ortaya çıkan (veya çıkamayan) yüksek medeniyet telâkkisidir. Türkiye tarihinin son on yılında yaşananlar, bu kıstaslar bağlamında yapılacak bir sorgulamanın, insanın yüzünü güldürecek bir netice vermeyeceğine delâlet etmektedir. Türkiye’de belli bir kesimin siyasî ve sosyal hayat başta olmak üzere pek çok alanda yapageldiği icraatlar, Türk muhafazakârlığının “yüzeysellik” ve hatta “düzeysizlik” hastalığına gitgide daha çok dûçâr olduğunu göstermektedir.
Hatm-i kelâm bâbında belki de şu söylenmelidir: Mihverini kaybetmiş ve pusulası bozulmuş Türkiye’deki türden bir muhafazakârlık büyük ihtimalle siyasî açıdan berdevam olamayarak kendi kendisini imha yoluna (zihnî çürüme sürecine) girecektir. Bu, önümüzdeki yıllarda toplumsal açıdan sancılı bir dönem yaşanacağı anlamına gelmektedir. İyimser senaryoda, bu kesimin aydınlarında başlayan bir ıslah-ı nefs süreci ile temel değerlerin yeniden hatırlanması ve bu değerlerin ışığında muhafazakâr eylem ve söylemlerin ahlâkî bir zemine kavuşturulması ihtimali vardır. Zayıf da olsa bu ihtimal, toplumdaki kararsız ve oynak dengenin kararlı bir dengeye tahavvül edilmesi için en uygun seçenek olacaktır. Ancak görünen odur ki, her hâlükârda yarınki muhafazakârlık okuması, bugünlerde moda olan ve popülerleşen okumalardan, anlayışlardan, anlamlandırmalardan çok farklı olacaktır

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!