İktidarla birlikte var ve varlıklı olanlar; onunla beraber de yok ve yoksul olurlar. Siyasi ya da sosyal örgütler bağladıkları ya da bağlandıkları ölçüde başkalarının etkisine açık hale gelirler. Kendi belirlediği istikamette yürümek isteyenler her şeyden önce kendi ayaklarını kullanmak zorundadır.
Varlığını alın terinden, gücünü öz kaynaklarından alanlar ancak “iyya kenabüdü ve iyya kenastain” diyebilirler. Sivilliğin, ekonomik özgürlüğün ve bağımsızlığın ilk şartı rahata kıymaktan geçer. Terlemesini ve yorulmasını bilmeyenler başlarını dik tutamazlar. İşin kolayına kaçarak devletten ya da kamu bütçesinden beslenenler ise eninde sonunda sivilliklerini kaybederler ve devletleşirler.
Güçlü iktidarın her türlü insanı ve değeri bozduğu hep söylenir. Rüşvet ve yolsuzluk ise bozulmanın en somut göstergesidir. Devlet müdahalesi ve siyasi karar mekanizmasının kapsamı genişledikçe bu yozlaşma artar. Devletin malı, parası ve imkânları yolsuzlukların kaynağıdır. Bu bakımdan iktidarla ya da kamuyla ilişki kuranların ilkeli tutumları hayati önem taşır.
Varlığı ile kamu bütçesi arasında bağlantısı olan sosyal, dini ya da ekonomik hareketler bağımsız olamazlar. Öz kaynaklarıyla özgür olamayanlar, yasal olmayan usullerle yabancı kaynaklardan beslenirlerse her şeyden önce kendilerine yabancılaşırlar.
Ali Bulaç’ın yazdığı şu satırlar bu bakımdan manidardır: “AK Parti iktidarıyla sivil cemaat, grup ve vakıflar (oluşumlar) kamu bütçesiyle tanıştılar; komisyonlardan pay almaya başladılar. Oysa bir vakfa veya bir hayır kurumuna yardım eden –söz gelimi- bir müteahhit yaptığı bağışın asgari onlarca katını almadan bir kuruş bağışlamaz, bu da kamunun, tüyü bitmemiş yetimin hakkıdır”.
Bulaç’a göre iktidarın aç kurtlarının “dişleri kuzunun etine değmiştir ve artık kuzuyu yemekten başka çaresi kalmamıştır”.
Yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrasında iktidarın takındığı tavrı bu kapsamda değerlendirmek anlamlı olacaktır.
AKP’nin kurmayları hayır ve hasenat işleri için yolsuzluk ve rüşvetin görülmemesi gerektiğini savunmaktadır. Sistemi İslamileştirmek iddiasıyla yola çıkanlar sonuçta çareyi İslam’ı yoz sistemin aracı haline sokmakta bulmuşlardır.
İktidarın ihtiyacı ne olursa olsun yolsuzluğa yardım, bağış ya da teberru karşılığında göz yummak, yalnızca yolsuzluğu teşvik etmek değil doğrudan yolsuzluk yapmaktır. “Sivil İslam’ı” kurumları haram parayla oluşturanlar İslam’a en büyük kötülüğü edenlerdir. İnanç görüntülü müesseseleri finanse etmek için müteahhitte kamu bütçesinden, imardan ya da ihaleden taviz vermek İslam’ı usulsüz fonların aracı haline getirir.
Dinini ya da ahlakını, kamudaki usulsüz uygulamalara, bağışa dayanan imar değişikliğine ya da fesat karıştırılan ihaleye bağlayanların geleceği olmaz.
Kimse kendisini besleyen mekanizmaların adaletsizliğini, usulsüzlüğünü, yolsuzluğunu, hırsızlığını görmek istemez. Hatta açıkça orta yerde olan hırsızlığı ve yolsuzluğu bile akla ve ahlaka uygun hale getirmeye çalışır.
Dolarları kutulara dolduranları “hayırsever iş adamı”, evlerinde saklayanları “dürüst” ama “saf”, yakalanan milyonlarca doları önce “İmam Hatip” sonra da “Üniversite” için ‘toplanan paralar’ olduğunu söylemek böyle bir savunma mekanizmasının ürünüdür.
Açıkçası ayakkabı kutularının içine tıkıştırılmış milyon dolarları, evlere taşınmış kasaları, kollarda takılmış yüzbinlerce dolarlık saatleri, müdahale edilmiş imar planlarını AKP yetkililerinin savunmak zorunda kalması böyle bir zorunluluğun ürünüdür.
Bu şartlarda vicdan muhasebesi işlemez. İnanç değerleri de işlev görmez. Böyle durumlarda son çare olarak devreye hukuk girer.
Eğer Türkiye’de olduğu gibi çoğunluk diktası varsa ve yargı da yürütme tarafından bloke edilmiş ise adalet aramak nafile bir iş olur. Baskı guruplarının oluşturdukları güç odakları gizlilik ve ört bas müessesesini adalet diye dayatırlar. “Devlet Sırrı”, “soruşturmanın gizliliği” vb. kavramlar bu amaç için tepe tepe kullanılmaktadır.