Her gün soğuk, sisli bir sabaha uyanıyor gönlüm. Ne sevdadan eser var, ne yar kokusu.
Çok uzaklarda kaldı atların nal sesi, yılkımda sinsi çakal ulumaları, rüzgârın arsız ıslığı.
Hani boşalttık ya tüm sözcüklerin içini… Hani bir avuç çerez misali dişlerimizin kovuğunda… Hani bir günlük dolmuştur rüzgâr yelkenimize… Nerede karaya basar, nereden toplar ‘can’ kırıklarını bu yürek…
Şimdi uzak bir akşamın arifesindeyim, al küheylan altımda, saçlarımda oynaşan rüzgâr ve havada hanımeli kokusu. Toprak doğurgan, küçücük mine çiçekleri, yabani menekşeler.
Bir nefes alev alsın ki çekilsin süngüler,
Yalasın alevleri gök yakut
Nicedir kar altında uyumuş
Muhteşem boynunu uzatsın gök ekin
Karanlığın gözbebeğine çekilsin binlerce mil
Yıldız yıldız dağılsın her bir hücre
Yenisey’den Orhun’a
Bir sevda yazılsın yeni baştan
Ey ‘ülkü’ denen nazlı gelin. Uzun yol, yolcularının kutup yıldızı… İzini sürdük, karanlıkta attığımız adımlarla.
Suskun ve susturulmuş belki de susmak zorunda kalınmış kaç uzun yıl var dokunamadığımız. Yürek közünde dondurduğumuz kaç cümle, kaç sözcük, kaç hikâye…
İki nefes arası yeter bize, çok söylemeyi değil, az söyleyip çok anlatmayı beceririz. Allah’ın izniyle de; başkalarının yapmak isteyip de yapamadıklarını bizler, içimizdekiler; zaten el birliği ile yapıyoruz. Hem de bilerek ve isteyerek.
HER ÜZÜM KENDİ BAĞINDA OLGUNLAŞIR…
Demiştik; başka partilerde mücadelemize devam ediyoruz diyenlere. (Karşı mahallenin de gülü- bülbülü olmamışlar, ekşiyerek ya sirke ya da şarap olmuşlardır.) diyerekten açıklık getirmiştik bu söze bir paylaşımımızda.
Dost eşruğu deliliğim, âşıklar bilir neliğim
Devşuruben ikiliğim, birliğe bitmeye geldim
Yunus Emre âşık olmuş, ma’şuka derdinden olmuş
Gerçek erin kapısında ömrüm harcamaya geldim…(Dostluğun ser hoşluğunda, ikiliği kaldırıp birliğe geldim.) der Koca Yunus.
“Eğer herkesten övgü ve cesaretlendirme beklerseniz, herkesi sizin yargılayıcı jüriniz yaparsınız.”
Diyen Fritz Perls, sanırım bunu bugünler için söylemiş.
Zira özellikle sanal dünyada, paylaşımlarımızın beğenilip alacağımız bir övgü, birlikte yürüdüğümüz omuzdaşlarımızı bir çırpıda silmeye yetiyor. Popülizmin dayanılmaz cazibesi bizleri hem birer sanal kahramana hem de sanal bir canavara dönüştürüyor.
Sanal dostluklarımız dolduruyor bütün zamanımızı. Sanki rengârenk o ‘haplardan’ kullanıyor ve o hapların verdiği sarhoşlukla aynaya bakıp “ayna ayna söyle bana” diyoruz.
Her gün biraz daha dünya ve ülke gerçeklerinden uzaklaşıp, kendi yarattığımız dünyanın esiri oluyoruz.
Oysa; “can kırıkları”nı toplayıp birleştirme zamanı değil midir zaman?
Neden hep kendi etrafımızda dönüp duruyoruz, neden bir kekeme gibi bilindik şeyleri ya da algılarımıza yerleştirilen ve doğruluğu teyit edilmemiş bilgileri ortalığa seriyoruz. Daha da önemlisi neden ‘’söz dalaşına’’ açık, üzerinde konuştukça arap saçına dönen cümleler kuruyoruz.
Farkında oluyor muyuz bilmem ama yıprattığımız, karşımıza aldığımız kişi ya da kişiler değil. Biz ‘ülküyü’ yıpratıyoruz.
Tanzimat devrinin ünlü sadrazamı Keçizade Fuat Paşa, zekâsı ve hazır cevaplığıyla meşhurdur.
Avrupa’ya ilk diplomatik seyahatte bulunan padişah olan Abdülaziz’in, bu seyahati sırasında Fuat Paşa dışişleri bakanı olarak kendisine refakat etmiştir. Paris’te III. Napolyon’a misafir oldukları sırada, Fransız vekilleri ile sohbet ederken şöyle bir mesele ortaya atılır:
“Dünyanın en kuvvetli devleti hangisidir?”
Fuat Paşa hemen:
“Osmanlı Devleti” diye cevap verir.
Tabii herkes hayret eder. Karlofça, Pasarofça, Küçükkaynarca, Edirne… Gibi anlaşmalarla büyük toprak kaybına uğrayan, Kırım Svaşı ile dış borç batağına saplanan, Viyana Kongresi’nde(1815) Avrupa’dan ‘Hasta adam‘ muamelesi gören bir devletin, hala güçlü olarak bu devletin yöneticisi tarafından ifade edilmiş olması şaşkınlığı büsbütün artırır.
İçlerinden birisi, bu cevabın sebebini sorar. Paşa gayet ciddi bir şekilde:
“Dünyada Osmanlı Devleti’nden daha kuvvetli bir devlet olabilir mi? Yüz yıllardan beri biz içeriden, siz dışarıdan yıkmaya çalıştığımız halde hala yerinde duruyor.” diye cevap verir.
Yıl 1815 ve yıl 2013…Türk’ün değişmeyen kaderi. Ve en çok da Türkçüler birbirini yiyor!
Biz, kendi içimizde eşeysiz üremeye, mitoz bölünmeye devam ediyoruz ve bölünen her parçamız kalıtsal olarak birbirine benzese bile; tahrip sonucu ana hücreden ayrıldığı için oluşan bu yeni canlıların her biri ayrı telden çalıyor.
KAPA PARANTEZ
Gece, yine mor ipek perdesini çekti üzerimize.
Önce karşı dağlar sonra deniz karardı. Sessizliğin içinden yüreğimin “çığlık kuşları” havalandı çığlık çığlığa… Ağır ve kalın perdenin altında üç-beş yıldız çapkınca göz kırparken karanlığa, gönlüm; o çoban ateşinin peşinde, gözlerim uzak iklimlerin bahar kokusunu bekliyor.
Ve bir gece güne kavuşmayı…
TANRI TÜRKÜ KORUSUN