Birçok sağlıkçının çalışmak istemediği ve çalışanlarına acıyarak baktığı, diğer yandan çalışanların kendilerini Süpermen sandığı yerde, yani yoğun bakımda çalışıyorum. Yaklaşık altı yıldır…
“Yalan değil lise stajlarında devamsızlık yaptığım, kaytardığım tek birim. Yoğun bakım…” derken bile içi sıkılıyor insanın… Temmuz 2007’de tanıştım yoğun bakımla. Penceresiz, sevimsiz, birçok elektronik cihaz sesleri, her tarafından hortum, kablo çıkan hastalar, koşuşturan sağlıkçılar, garip kokusu ve kasvetli havası…
Yoğun bakım, hatta çalışanları da hastaneden izoledir. Öyle kahve molasında, çay sohbetlerinde pek göremezsiniz. Adı üstünde çalışanı da yoğundur. Pek güler yüzlü de sayılmazlar, öyle ki yoğun bakımın izlerini taşır her biri. Bir kere oldukları yaştan, daha yaşlı görünürler. Biraz da bilmişlik tasladıklarından genel olarak pek sevilmezler.
19 yaşında işe başlamanın tek dezavantajı; egosu yüksek ekip arkadaşlarıyla çalışmak ve yaş itibariyle ezilmek. Avantajı ise tüm bu deneyimler sonrası kaliteli ve kalifiye bir hemşire olmak…
Her neyse… Yoğun bakımda işe başladığım andan itibaren öğrendiğim her şeyi uygulamaya dökebilme şansı elde ettim. Hastanın eli, ayağı, gözü, kulağı ve hatta sesi oldum. Altını temizledim, yıkadım, traş ettim, saçlarını taradım, yemeğini yedirdim. Her artan lokmada daha da bir mutlu oldum. Yeri geldi tırnaklar derime geçti, kimi zaman küfürler işittim. Ağrısı olduğunda benim de canım acıdı. Kimi zaman dertleştik, kimi zaman zıtlaştık ama hiçbir zaman kızmadık, kızamadık… Zamansız kaybettiklerimizde ağladık… Uykusuz uzun gece nöbetleri de cabası ve daha neler neler… Ama öyle bir an var ki bir gülümseme, bir teşekkür, sıcak bir bakış bütün yorgunluğumuzu alır götürür bizden. Bu; mesleğimizin aldıklarını geri verme şeklidir ve inanın hiçbir şey bu kadar doyum sağlayamaz.
Ben bir ebeyim ve hayallerim doğumlara, en mutlu günlere şahit olmaktı. Yeni bir cana merhaba, hoş geldin diyebilmek, ilk manzarası olabilmek… Aslında yoğun bakımla doğumhane benzer birbirine bizim bebeklerimizde hastalarımız. En az onlar kadar masum ve yardıma muhtaçlar. Çalışırken Hemşire Cicely Saunders’in bir sözü gelir hep aklıma “Burada siz, siz olduğunuz için önemlisiniz ve yaşamınızın son anına dek önemli olacaksınız. Size yardım edebilmek için elimizden gelen her şeyi yapacağız. Yalnız huzur içinde ölmeniz için değil, son ana dek yaşayabilmeniz için…”
Benim meslek hayatımdaki felsefem budur. Belki de onun gözünde son manzara siz olacaksınız. Ya da kulağındaki son ses sizin sesiniz… Doğum kadar ölüm de özel bir andır. Bir nevi ikinci diriliştir ve her bireyin huzur içinde ölmeye hakkı vardır. Karşımızdakini hastadan ziyade eşsiz bir birey olarak görmeli ve değer vermeliyiz.
Üniversiteden çok sevdiğim bir hocam “hemşirelik; bilimden ve sanattan oluşur” demişti. Gerçekten de öyle hemşirelik el becerileri gerektiren bir meslek olması dışında, insanları sevme ve olduğu gibi kabul edebilme sanatı. İnsanları sevmeden yapılacak bir meslek kesinlikle değil. Sevgi birleştirici ve iyileştiricidir.
Kanunen reçete yazma yetkim yok ama olsaydı da size yazacağım tek reçete sevgi olurdu… Günde istediğiniz kadar… Hiçbir yan etkisi yok… Lütfen kendinizi ve sevdiklerinizi SEVGİSİZ bırakmayın