27 Mayıs 1960 sabahı tüm Türkiye tok sesli bir albayın radyodan halka hitaben yaptığı konuşmayla uyandı.
Türk halkına hitaben hazırlanan bildiride Alparslan Türkeş darbenin gerekçesini söyle açıklıyordu:
"Bugün demokrasimizin içine düştüğü buhran ve son müessif hadiseler dolayısıyla ve kardeş kavgasına meydan vermemek maksadı ile Türk Silahlı Kuvvetleri memleketin idaresini ele almıştır. Bu hareket silahlı kuvvetlerimiz, partileri içine düştükleri uzlaşmaz durumdan kurtarmak ve partiler üstü tarafsız bir idarenin nezaret ve hakemliği altında en kısa zamanda adil ve serbest seçimler yaptırarak idareyi hangi tarafa mensup olursa olsun seçimi kazanana devir ve teslim etmek üzere girişmiş bulunmaktadır. Girişilmiş bulunan bu teşebbüs hiçbir
şahsa ve zümreye karşı değildir…" [1]
İhtilalin ilk günü yayınlanan bu bildiri söyledikleri kadar söylemedikleriyle de önemlilik arz etmekteydi. Partiler üstü tarafsız idarenin nezaketi altında en kısa zamanda seçimlere gidileceğinden söz ediliyor. Ancak, Menderes anayasayı ihlal etmekle suçlanmadığı gibi ileride komitenin içersindeki bir grup tarafından uygulanmak istenen reformlardan da söz edilmiyordu. Belki de bunun temel sebebi darbeyi gerçekleştiren
askerlerin birçok bakımdan farklı düşüncelere sahip olması idi.
Nitekim, eylül ayına gelindiğinde milli birlik komitesi içersindeki görüş ayrılığı artık iyice su yüzüne çıkmış ve 13 Kasım’da 14′ lerin komiteden tasfiye edilmesiyle sonuçlanmıştır. Bu çalışmada, Milli Birlik Komite’si içersindeki subayların fikir ayrılığının sebepleri derinlemesine ele alınacak ve darbe sonrasında hayata geçirilen anayasal düzenle ordunun neyi amaçladığına kısaca yer verilecektir.
Darbeye Doğru
1950’deki seçim zaferiyle birlikte parlamentodaki koltuklarının çoğuna sahip olan Demokrat Parti iktidarda bulunduğu ilk yıllarda ekonomik anlamda önemli başarılara imza attı. Tarıma aktarılan kaynaklar meyvesini vermeye başladı ve Türkiye önemli bazı tarım ürünlerinin ihracatında ilk sıralarda yer aldı. Ekonomideki bu
iyileşme aynı zamanda çok partili hayata güveni de artırdı. Ancak 1954 yılından sonra enflasyon oranı ve ödemeler dengesi açığı hızla büyümeye başladı. Menderes artan ekonomik hoşnutsuzluğa siyasi baskı
yöntemiyle karşılık verdi. Muhalefet partilerine karşı sert önlemler alınmaya başladı. Maliye bakanlığının parti faaliyetleri için zorunlu gördüğü dışında CHP’nin bütün mal varlığı müsadere edildi. 1954’te ortaya çıkan yeni basın kanunu hükümete bütün muhalefet gazetelerini kapatma yetkisi verdi. CHP’nin gazetesi Ulus’a geçici olarak el koyuldu. 1954’te Cumhuriyetçi Millet Partisi’ne 3 milletvekili kazandıran Kırşehir’in sahip olduğu il statüsü, ilçe seviyesine düşürüldü. 1959-60 yılına gelindiğinde Demokrat Parti’nin bir tek parti rejimi kurabileceğine dair önemli şüpheler oluştu.
İnönü parti toplantısına katılmak için 2 nisan 1960’da Kayseri’ye gitmek üzere harekete geçti. Ancak kayseri valisi İnönü’nün trenini durdurarak gitmesini engellemeye çalıştı. Uzun bir tartışmadan sonra gitmesine
izin verilen İnönü, Ankara’ya döndüğünde 17 Nisan’da bir grup emekli general ve amiralle kendi evinde toplantı yaptı ve onlara Türk ilericiliğinin ideallerini koruma görevinin kendilerine düştüğünü anlattı. Bunun üzerine Demokrat Parti, CHP’yi "orduyu siyasete teşvik etmekle" suçladı. Nihayet 18 Nisan’da DP’den iki milletvekili,
‘CHP’nin ve Bir Kısım Basının Faaliyetlerini Tahkik Komisyonu’ nun kurulmasını öngören bir kanun teklifinde bulundu.[2]
Teklif mecliste
önemli tartışmalara hatta DP milletvekillerinden birinin muhalefet sıralarına karşı tabanca çekmesine neden oldu. Bir süre sonra DP meclisten Tahkikat Komisyonu’na olağanüstü araştırma ve tutuklama yetkileri veren başka bir kanun da çıkarttı. Öte yandan CHP tansiyonu tırmandırmak için elinden geleni yaptı. Parti gazetesi olan Ulus’da Atatürk’ün bir kızgınlık anında söylediği ve Türk gençliğinin reformları koruma görevi hakkında olan konuşmasını manşet yaptı.
18 Nisan 1960’da meclisteki ateşli tartışmalar sırasında İnönü "şartlar mecbur ettiğinde, ihtilal milletlerin meşru hakkıdır" sözünü sarfetti.[3]
Kısa zaman içersinde siyasilerin tartışması sokağa yayıldı. İstanbul ve Ankara’daki üniversitelerde önemli öğrenci gösterileri meydana geldi. 29 Nisan’da her iki ilde de sıkıyönetim ilan edildi. Ardından birçok subayın keyfi tutuklanmasını protesto eden yaklaşık 1000 kadar subay Çankaya’da bulunan Cumhurbaşkanlığı Köşküne yürüdü. 3 Mayıs’ta emekliye ayrılan Cemal Gürsel bütün ordu birimlerine silahlı kuvvetlerin politikacıların tutkularına daha fazla alet edilmesine izin vermemelerini isteyen bir veda mesajı kaleme aldı. Ayrıca Adnan menderes ve Celal Bayar’ın istifa etmelerini ve Tahkikat Komisyonu’nun dağıtılmasını öneren bir mektup da Savunma Bakanı Ethem Menderes’e yazdı.[4]
O dönemde ordunun siyasi rolünü anlayabilmek adına çok önemli bir mektuptur bu. Genelkurmay başkanı
hiç çekinmeden ülkenin başbakanını ve cumhurbaşkanını istifaya davet edebiliyor. Günümüzde hakim olan demokrasi anlayışına oldukça zıt görünen bu durum 1960’lı yılların Türkiye’sinde normal karşılanan bir
durumdu.
1960 darbesini planlayan grubun ilk oluşumu İstanbul’daki Harp Okulu’nda okuyan 2 genç subay olan Dündar Seyhan ile Faruk Güventürk’ün 1955 yılında radikal fikirli subayları bir araya getirmesiyle başlıyor. Daha sonra Suphi Gürsoytrak, Orhan Kubibay ve Orhan Erkanlı, Talat Aydemir, Sadi Koçaş gibi isimler komiteye katılıyor. Zamanla üye sayısını artıran genç subaylar, darbe girişimini başlatmak için birkaç üst rütbeli generale ihtiyaç duyuyordu. Muzaffer Özdağ İzmir’de bulunan Cemal Gürsel’in evine gidip yapılması planlanan darbenin lideri olup olamayacağını sorduğunda Gürsel razı oldu ancak vakitsiz hareket etmeme konusunda uyarıda bulundu.
Ayrıca darbenin son çare olarak düşünülmesi taraftarıydı. Sonradan darbeye katılan diğer generaller de Menderes ve Bayar’ın karşısına hükümetin istifasını ve Tahkikat Komisyonu’nun feshini isteyen bir muhtırayla çıkma taraftarıydı. Ancak bu düşüncenin ana kusuru ise Menderes ve Bayar’ın muhtırayı reddetmesi halinde ne olacağının belirsiz olmasıydı. Ve 27 Mayıs gecesi geldiğinde harekete geçildi. Herhangi bir sorunla karşılaşılmadan İstanbul ve Ankara’nın önemli kentleri ele geçirildi. Saat 4.26 gibi yukarıda bir kısmına yer vermiş olduğum Türk Silahlı Kuvvetlerinin bildirisi radyodan halka duyuruldu.
MBK içersindeki görüş ayrılığı
Darbe yapıldıktan sonra askerin yapacağı ilk iş ülkeyi kimin hangi statü ile yöneteceğine karar vermekti. Darbeden 15 gün sonra içersinde 38 kişinin bulunduğu Milli Birlik Komitesi resmen göreve başladı. 38 kişilik komiteden yalnızca beşi tuğgeneral ve daha yukarı rütbedendi-Cemal Gürsel(başkan), Fahri Özdilek, Cemal
Madanoğlu, İrfan Başbuğ ve Sıtkı Ulay. Geri kalan 33 üye yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albaydan oluşuyordu.
İktidar sivillere devredilene kadar MBK yasama organı olarak çalışacak ve yürütme yetkisini kullanmak için de bir Kabine oluşturulacaktır. Oluşturulan sivil kabine oldukça güçsüz ve etkisiz bir konumda kalarak komite ile
bürokrasi arasındaki ilişkileri yürütmekle yetindi. Darbe olur olmaz Gürsel, profesörlerden oluşan bir heyeti anayasa hazırlatmak üzere görevlendirmişti. Kendinden önceki yönetim askeri bir darbe ile yerinden alındığına göre oluşturulacak olan kurucu meclis tarafından yeni bir anayasa hazırlanmalıydı. Darbenin meşruluğu seçilmiş
iktidarın otoriterleşmesinden geliyorsa yeni hazırlanacak olan anayasanın seçilmiş iktidar üzerinde yasal denetim yollarını artıran özellikler taşıması gerekiyordu. Gürsel, askeri müdahaleye yol açan duruma olanak vermeyen yeni bir anayasa hazırladıktan sonra iktidarı hemen sivillere devretmek niyetinde olduğundan İstanbul Üniversitesi Rektörü Sıddık Sami Onar başkanlığında oluşturulan komisyonundan 2 hafta içersinde anayasayı hazırlamalarını talep etti.
Fakat Onar’ın da tahmin ettiğinden daha fazla süren anayasa çalışmaları 17 Ekim’de tamamlanabildi ve taslak MBK’ya sunuldu. Nihayet Gürsel anayasa taslağını görüşecek bir Kurucu Meclis oluşturulmasına karar verdi.
Ancak Kurucu Meclis’in kurulması için MBK’daki subayların çoğunun oyu gerekiyordu. Komite içersinde Alparslan Türkeş liderliğinde toplanan 14 subay sivil yönetime erken geçiş fikrine karşı çıkıyordu. Bu durum
komite içersinde ciddi bir krize neden oldu ve 13 Kasım 1960’da 14’lerin Dünyanın her bir köşesine ateşe olarak sürgüne gönderilmesiyle sonuçlandı.
Peki, 14’ler sivil yönetime geçişe neden karşıydılar? Latin Amerika ülkelerindeki askeri rejim modellerine
uygun uzun süreli bir yönetimden mi taraftılar yoksa iktidarı sivillere devretmek istememelerinin altında yatan başka sebepler mi vardı?
14′ ler tasfiye edildikten sonra Türkeş’in önderliğinde hepsi de uzun süreli bir askeri diktatörlük kurmayı hedefledikleri gerekçesiyle eleştirildi. Özellikle CHP’nin yayın organları tarafından amaçlarının faşist bir dikta kurmak olduğu iddia edildi. Öte yandan düşüncelerinin aslında "milli irade" den yana olduğuna dair yorumlar
da dile getirildi. MBK içersinde meydana gelen fikir ayrılığına farklı açılardan yaklaşan düşüncelere yer vererek 13 Kasım’ın nedenleri üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Birinci yoruma göre tasfiyenin ana sebebi rütbeler arasındaki çekişmelerden kaynaklanmaktaydı. Bir takım gazeteci Mısır’da yaşanan Albay Nasır ile General Necip arasındaki mücadelenin bir benzerinin Türkiye’de yaşandığını ileri sürer. Albay Nasır kendisinden daha üst rütbeye sahip olan Necip’i devirip iktidarı eline
almayı başarmışken, Türkiye’de tam tersi bir durum yaşanmış ve Albay Türkeş ile generaller arasında yaşanan iktidar mücadelesi generallerin lehine sonuçlanmıştır. Genelde yabancı gazeteciler tarafından dile
getirilen bu iddia gerçeği yansıtmaktan oldukça uzaktır. Generaller kendilerinden alt rütbede bulunan kişilerle komitede "eşit statü" ye sahip olmaktan rahatsız olsalar da mücadelenin ana ekseni ast-üst ekseninde dönmemiştir. 38 kişiden oluşan MBK’nın yalnızca 5 ‘i tuğgeneral ve üstü rütbeden oluşuyordu. Doğal olarak 14’ler ile aynı düşünceye sahip olmayan birçok alt rütbeli subay vardı.
İkinci bir yorum ise Türkeş ve arkadaşlarının uzun süreli bir askeri rejim taraftarı olmaları sebebiyle komitenin diğer üyelerinden ayrıldıkları ve bu durumun tasfiye edilmelerine neden olduğuyla ilgilidir. Nitekim 1960 ihtilali üzerine araştırma yapan akademisyenlerin büyük bir çoğunluğu bu görüşe katılır. William Hale ‘Türkiye’de Ordu ve Siyaset’ adlı kitabında Türkiye’ye uygun olabileceğini düşündüğü üç çeşit askeri rejim tipolojisinden
bahsettikten sonra MBK içersinde görüş ayrılığına sahip olan grupları rejim tiplerinden birinin içersine yerleştirir.
William Hale çalışmasında Eric Nordlinger, Christopher Clapham ve Georgia Philip’in önerdiği 3 askeri rejim tipinden bahseder.[5] Birincisi riyaset rejimler ya da veto rejimleridir. İktidarı devralmadan hükümet kararları üzerinde veto yetkisini kullanırlar. Siyasi kurumlar(siyasi partiler, meclis) normal bir şekilde işlemeye devam eder. Ancak bu kurumların aldığı kararlar ordu tarafından sınırlandırılabileceği gibi ordu tarafından tasvip
edilmeyen kararlar alınamaz. Bu rejim tipi nadiren de olsa beğenmediği bir sivil yönetimi devirip onun yerine ordu tarafından makul görülen bir sivil yönetimi iktidara getirebilir. Nitekim 28 Şubat sürecinde yaşanan da tam bu olmuştur. İkincisi, süresiz elde tutmaya niyet etmeden (2-4 yıllık bir zaman aralığı) doğrudan siyasi iktidarı devralan muhafız rejimler daha yüksek bir nüfuz ve denetim sağlarlar.
Muhafız rejimler, sivil politikacıların yarattığı "pisliği temizleme" nin kendilerine düştüğünü iddia ederler ve askeri müdahaleye yol açan durumun yeniden yaratılmasına olanak vermeyeceği umulan koşullar
(anayasal ya da diğer) yaratıldıktan sonra iktidarı tekrar sivil ellere devrederler. Son olarak, hükmedici rejimler, önceki tiplerden çok daha ileri derecede bir siyasi denetim uygularlar ve çok daha uzun
süre iktidarda kalırlar. Bu tür rejimlerin liderlerinin çok daha büyük tutkuları vardır ve kendilerini devrimci ve radikal modernleştirici olarak tanımlayabilirler. Toprak reformu ve ulusallaştırma gibi mekanizmalarla ekonomik ve toplumsal yeniden yapılanmayı sağlayarak ve mevcut siyasi kurumları(monarşiler ya da siyasi partiler) devirerek siyasal güç dağılımında uzun erimli değişiklikleri etkilemeye çalışırlar. Bu değişimleri yapmaya çalışırlarken hükmedici rejimler medyayı katı bir denetime tabi tutarak ve kendilerinin kurduğu örgütler dışındaki bütün yarı-siyasi örgütleri ve siyasi partileri kapatarak çok daha baskıcı olurlar.
Söz konusu üç askeri rejim tipolojisi çerçevesinde 1960 darbesini değerlendiren Hale, "1960 darbe insiyatifinin, bazıları hükmedici bir rejim kurmak isteyen göreli olarak alt rütbeli subaylar grubundan geldiği, fakat sonunda muhafız tipte bir rejim kuran üst düzey komutanların (geniş bir orta düzey subaylar grubunun desteğiyle)
baskın güç olduğu söylenebilir." demiştir.[6] Yani Hale’ye göre Gürsel gibi üst rütbeli komutanlar için esas amaç ordunun siyasi rolünü en aza indirmek ve iktidarı olabildiğince çabuk seçilmiş hükümete devretmekti. Alt rütbeli subayların çoğunluğunun çok daha ileri radikal toplumsal, ekonomik ve siyasal reformları başlatma fırsatını ele geçirme amaçları vardı. O nedenle Alparslan Türkeş etrafında toplanan bu alt rütbeli subayların uzun dönemli bir askeri rejimden yana olduğunu savunuyordu. Feroz Ahmad, Hale ile aynı düşünceye sahip
olmakla birlikte biraz daha ileri giderek Türkeş ve arkadaşlarının "Nasır’ın Mısır’ına benzer şekilde partilerin olmadığı bir popülist siyaset sistemi yaratmaktan bahsettiklerini" iddia ediyordu.[7]
________________________________
[1] Alparslan Türkeş, 27 Mayıs ve Gerçekler (İstanbul: Berikan
Yayınevi, 2000), 25.
[2] William Hale, çeviren: Ahmet Fethi, Türkiye’de Ordu ve Siyaset
1789’dan Günümüze (İstanbul: Hil Yayınları, 1996), 101
[3] A.g.e.
[4] Walter F. Weiker, The Turkish Revolution, 1960-1961: Aspects of
Military Politics(İngiltere: The Brookings Institution, 1963),
150-151.
[5] Hale, s. 259-260
[6] Hale, s. 263
[7] Feroz Ahmad, çev. Sedat Cem Karadeli, Bir Kimlik Peşinde
Türkiye(İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2006), 150.