Türk milletinin, yakın tarihimizde gördüğümüz acı dönemeçleri andıracak bir şekilde ve akıl-almaz yöntemlerle gerilim içine sokulmak istendiği bir ortamda, bir mustaribin “vicdanî bir çağrısı” sayıla!…
—————————————————————————————————————–
“Ben gelmedim dâvi için, benim işim sevi için”
“Dost evi gönüldendir, gönüller yapmaya geldim.”
Yunus Emre
“Dostlar; inanmak, ummak ve sevmek gibi saadet yoktur.”
Nurettin Topçu
“Asıl noksanımız, yeterince sevmesini öğrenememiş olmamızdır.”
Galip Erdem
Sevgi!…
Sevgi diyorum; sevgi üstüne konuşmak istiyorum. Ama biraz farklı ağızdan, farklı sayılası bir tarzdan…
Nedir sevgi, diye sormuyorum; o ayrı bir konu… Sevgi-insan ilişkisini konuşmak istiyorum. Sevgiyle insan, insanla sevgi… Sevginin insan hayatındaki yeri…
Sevmek, insan için gerekli mi? Gerekliyse niçin insanlar sevmezler birbirlerini? Sevmenin de gerekleri mi var demeli? Varsa nedir sevmenin gerekleri?
Meselâ;
İyi, doğru, güzel… Ve bunları yaşamak sevgiyi artırır mı?
Nedir iyi, doğru, güzel, diye sormuyorum; o ayrı bir konu. Her ne ise bunlar, her neyi anlıyorsanız bunlardan… Bunları yaşamak, diyorum; sevgiyi artırır mı?
İyiyi, doğruyu, güzeli yaşamak, insanla birlikte; insan kişiliğimizle… Yaşamak, bütün bunları yansıtmak kişiliğimize…
Yansıtmak için bütün bunları kişiliğimize, tanımak gerekir mi seveceğimiz insanı; yani, sevgiyi artırır mı tanımak, tanış olmak?…
Nedir tanımak, diye sormuyorum; o ayrı bir konu. Her ne ise tanımak, her neyi anlıyorsanız tanımaktan-tanış olmaktan… Tanımak, diyorum sadece; tanımak sevgiyi artırır mı?
Ve insan, her şeyden önce, tanıdığını mı sever?..
Peki, hata sevgiyi azaltır mı?
Nedir hata, diye sormuyorum; yine o ayrı bir konu?
Meselâ;
Tanıdığınızı sandığınız insanın hatası sevgiyi azaltır mı?
Ve işte bir soru daha:
Bilmeden hata mı, kasten yapılmış hata mı?
Bilmeden, istenmeden yapılmış hata özür sayılmalıysa eğer, nasıl azaltmalı özürleri hayatımızdan? Bilgi mi, inanç mı, istek mi azaltır, özürlü hataları dünyamızdan? Eğer bunlarsa ilaç, hangisi anahtar olmalı? Arzu, istek, hele irade olmadan, devşirilir mi bilgi; ve kalbe dolar mı inanç?
Ya kasten yapılmış hata? Onu nasıl çıkarmalı hayatımızdan? Çünkü onun diğer adı yalan!… Yalansa, değil midir en başta gelen sevgi düşmanlarından?…
Yalan!.. Hem de insana itimadı, insanî saygı ve bağı kökten baltalayan, yıkan!…
Ve;
Saygıysa en temel şey; olunur mu saygı olmadan insan?
Bir adım daha atmalı:
Kötü, yanlış, çirkin… Ve bunları yaşamak sevgiyi azaltır mı? Tekrar ve tek kelimeyle soralım: Hata, sevgiyi azaltır mı?
Niçin tek kelimeyle? Kötü, yanlış ve çirkin, tek kelimeyle hata mı demek? Her üçünde de hata payı var mı demek? Kötü iyinin karşıtı, yanlış doğrunun karşıtı, çirkin güzelin karşıtıysa eğer; hep istenmedik şeyler, hata olsa mı gerek?
O zaman istenen şeyler iyi, doğru ve güzel!… Ve bunları yaşamak sevgiyi artırırsa eğer, niçin istememeli? Sonuçta bu da yine bir irade gücüne mi bağlı, demeli?
***
Sevgi, diyorduk; sevgiyi konuşmak istiyorduk!…
Sevgi, çeker mi insanı? Yani sevginin var mı bir cazibesi? Sevgi çekerse insanı, nedir çekmenin gerekleri? “Kardaşlık”, “dostluk”, “arkadaşlık”; olabilir mi çekmenin gerekleri?
Nedir kardaşlık, dostluk, arkadaşlık?… Bunların hepsi ayrı ayrı şeylerdir gerçi… Her neyse kısaca bunlar, sevgiye medar olabilir mi, demeli?
Ama sırf bunlar için olsun temele inmeli, bir-iki şey söylemeli:
Kardaşlık!…
Gerçekte ya da mecazda kardaşlık!... Gerçekte, yani ayni teknenin hamuru, ayni tohumun çiçeği…
Mecazda, yani ayni toprağın gülü, ayni bağın bülbülü… Ayni oluktan su içmiş, ayni sevdalardan geçmiş…
İmdi;
iki dilek dilesek mi:
Dünü bir, günü bir ola, kardaşlık!…
Ayni sevinci tadıp ayni acıyla dola, kardaşlık!...
Her ne ise bütün bunlar, yeter-sevgi yaratmaz mı demeli?
Ve dostluk!…
Ruhlar mıdır, gönüller mi birbirine karışan? Varlık mıdır yokluk mu birlikte paylaşılan? Kanda mı, canda mı kardaşlıktır birbiriyle yarışan? Hangisiyse ya da her biriyse bütün bunlar, insanı sevgiye çağırmaz mı temelli?
Ya arkadaşlık?…
Arkadaş var kardaştan öte; arkadaş var dosttan farksız! Arkadaş ki, yeri gelip kanı-canı-malı bir olan!… “Urbası satılıp bayram harçlığı yapılan!..”[1] Eşi bacıya, evlâdı evlâda katılan!...[2] Ağulu aşına lokma sunulan!… Dostla dost, düşmanla düşman olunan!… Değil mi bütün bunlar, sevgiye dâvetin en hası; sevgi köprülerinin en hassası?…
Ki, böyle bellemeli!…
***
Ve nihayet;
“BİR MİLLET”sek eğer; dünden beri, yarından öte!…
Hep birlikte sevgiye muhtaçsak eğer!...
İyiyi, güzeli doğruyu birlikte paylaşacaksak eğer!
Ve bunları insan kişiliğimize yansıtacaksak eğer!…
Tanımak, tanış olmak Yunus’ca, sevgiyi artıracaksa;
Özürlü hatalardan dönüş bir haksa;
Hatalar gitgide azalacaksa;
Ve başlar yine ayni secdeye konulacaksa eğer!…
Murat, ilâve saygıyla donanmaksa;
Yalan söyleyen şeytana karşı koymaksa;
Ve hiçbir şey sevgisiz olmayacaksa eğer!…
Hele hele;
Ya kardaş ya dost ya arkadaşsak;
Gözden gönüle akan yaşsak;
Ayni teknenin hamuru, ayni toprağın gülleriysek;
Ve ayni bağın bülbülleriysek eğer!…
Sonuçta;
Dileğimiz birse;
Ya kanda ya canda/ruhta birliksek;
Ve dünü bir, günü birleşiksek eğer!...
Tek cümleden:
Gün olup ağulu aşta;
Gün olup kanlı savaşta;
Kaderi ve kısmeti birleştirmişsek eğer!…
Hep bir ağızdan:
“Nedir bu sevgi noksanlığı ?..”
Diye sormalı-sordurmalı…
Ne edip n’eylemeli;
İllâ ki, çaresin oldurmalı!...
(Ocak 2010/Maraş.)
NOT: Türk Yurdu’nun Nisan 2012 Sayısında yayımlanan metnin, hissedilen ihtiyaç dolayısıyla, yeniden tanzim edilmiş şekli.
[1] 1950’li 60’lı yılların idealist gençlerinden Sıtkı Evren (1937-1988)’in, kendisi gibi idealist arkadaşı İsmail Hakkı Akın (1937-2001)’a yazdığı mektuplarından birisinde kullandığı bir ifadeden kinaye… Orada Sıtkı Bey, İsmail Hakkı Bey’e şöyle diyor: “Sen benim, sen göyneyini giydiğim, urbasını satıp harcadığım (bayram harçlığı yaptığım), yarı yoldan dönüp bana harçlık veren kardaşımsın!…” (Bkz: Mustafa Kök, İsmail Hakkı Akın Hâtıra Kitabı, Dergâh Yay. İst. 2009, s. 307.) (Vakitsiz kaybedilmiş bu iki değerli insana da rahmet dilekleriyle!…)
[2] Buradaki atıf ise, 16-17 Ocak 2010 günleri Türkiye Yazarlar Birliği’nin, Nurettin Topçu (1909-1975)’nun doğumunun 100. Yılı münasebetiyle topladığı Ahlâk Şûrası açılış konuşmaları sırasında – kendisine de söz verilen – Sayın Rasim Cinisli’nin anlattığı bir hikâyeciğedir. Rasim Bey, bizim en sade insanımızın bile nasıl bir derin ahlâk anlayışı ve davranışına sahip olduğunu, yaşanmış bir hikâyecikten örnekle nakletti: Vaktiyle Erzurum mal pazarlarında alış-veriş yaparak ev geçindiren, akşama kadar her ne kazanmışlarsa toplayıp üçe bölmeyi âdet edinen 3 “canbaz” arkadaştan birisi vefat eder. Direği yıkılan evin, tutunacak başka dalı yoktur. Bunun üzerine diğer iki arkadaş, ölen arkadaşlarının eşini kendilerine “bacı”, çocuklarını da kendilerine “evlat” kabul ederek, küçük yavruları büyüyüp ev geçindirecek hale gelinceye kadar – önceden yaptıkları gibi – kazançlarını üçe bölmeye devam eder ve böylece üçüncü evin de geçimini üstlenirler. (Saygıdeğer Cinisli’ye iyi dileklerimizle!…)