‘‘Sen yazdığın mektubunda bana sitem etmiş, kılınç ve harbi sevdiğim kadar hiçbir şeyi sevmediğimi yazmışsın. Söylediğin pek yalan değil. Ben hiç bir şeyi değil sadece seni seviyorum diyemem. (Desem de yalan olur). Fakat sen de bilirsin ki benim hakkımda yanlış propagandalar yapan bir kısım bedbahtların iddia ettikleri gibi, ben bu uzak diyarlara servet aramak, zengin olmak veya kendi hakimiyetimi kurmak için gelmedim. Gerçekte beni senden koparıp buralara kadar sürükleyen Cenab-ı Hakkın omuzlarıma yüklediği kutsi bir vazifedir. Bu ise cihat vazifesidir. Bu öyle ulu vazifedir ki ona niyet edenleri bile (yapmasa dahi) ilahi cennete girmeye hak kazandırır. Allah (c.c)’a hamd olsun ki ben sadece cihada niyetle yetinmiyorum. Her ne kadar senden ayrı kalmak, senin sevginle çarpan kalbimi paramparça etmekte ise de, bu uğurda böyle büyük bir imtihan vermekten mutluyum.’’
Enver Paşa
Enver bir deliydi… Deliler dua edecekleri bir ben’i olmadıkları için kendilerine dua etmezler. Kendi adlarına bir şey istemezler, tek düşündükleri etraflarıdır. Enver Paşa bir kere ‘ben’ deseydi, düşlerinde bir garsona yüklü miktarda bahşiş vermeyi, paşa kıyafetlerini giyip apolet göstermeyi, çizmelerini bir köylüye öptürmek, köstekli saatini takıp Çamlıca’da kır gezilerinde Rum kızlarının at arabasından inerken elini tutmak, çocuklarına özel ders aldırıp Fransızca öğretmeyi düşlemez miydi? Deli işte ne bilsin… O kime dua etti bilir misiniz, neyi düşledi? Mazlum milletin, biçare ümmetin huzura erdiği günleri. Evet, sadece bunu. Çekik gözlü çocukların ve zeytin gözlü çocukların ufkuna yeşil bir sırık dikmeyi. Evet, medeniyetin, bizim medeniyetimizin gelecek günlerimizin rengi yeşildir. Yesrib’in kubbeleri, Tuna’nın atomları, köy kızlarının fistanlarının rengi yeşildir. Bu yeşili gördü gözünü her kapadığında. Amerikan dolarınınkini değil.
Enver bir sürgündü… Bu gönüllü bir sürgündü. Bir erkeğin gönlünün izin verdiği ölçüde sürgün olduğu yere varmak için sürüldüğü. Sürgünün yolu nerelerden geçmiyordu ki. Bazen Bulgar dağlarından, bazen Trablus çöllerinden, bazen Buhara’dan, bir bakmışsın Belcevan’dan. Trablus’ta bir bedevi olup Mecnun gibi çöllerde aşkı aradı Mustafa Kemal’le. Resneli’yle dağlarda aradı Ferhat misal. Buhara’da bir derviş misal. Kim derdi Çeğen Tepesi’nde bulacak… Kim derdi aşk bir mitralyözden onun kalbine döne döne ‘hu’ diye diye girecek.
Enver ‘’harbi’’ değil, ‘’muharebeyi’’ kazanmaya and içmiş birisi. Elbette harbi kaybetmek onda onulmaz yaralar açmış, bir buruk veda türküsüyle yurdunu terk etmek zorunda kalmış. İşte burada resmi tarih devreye giriyor, daha yeni burukluğunu yaşadığımız Sarıkamış’ta kaç şehidimiz var belli değil. Umurumuzda mı? Asla. Ama işte bu kendini bilmez tarih anlayışı o uğursuz rakamları bir düzlemde birleştirip şehit sayımız olarak önümüze seriyor. Enver artık tarihi düşman bellemesin de ne yapsın? Asıl bundan sonra başlıyor Paşa’nın muharebesi. Çelimsiz omuzlarına ne yükler yüklenip soluğu Türkistan’da alıyor. O nobran tarihin çarkını değiştirmek için. Belki elinde haritası, cebinde parası yoktu. Serdengeçerek ‘’hattı ‘’değil ‘’sathı’’ müdafaya başladı. O, dağlara su taşıyan karınca misali hiç olmazsa yolunda ölmeyi yeğledi.
Hadsizlik olmasın ama her devrin bir İsa’sı vardır. Bu devrin İsa’sı Enver Paşa’dır. Halk her zaman İsa’yı çarmıhta asılı görmek ister. Her canlanışında bir çivi daha çakar. Enver Paşa’nın bedeni çarmıhta, peki bize asıl lazım olan ruhu nerede? Neydi onu çöllerde kurşunların üstüne üstüne götüren, niye çok fazlaydı Allahuekber’de karları eritecek kadar inanmışlığın şiddeti, gez göz arpacığın ince hesabıyla gözünü bile kırpmadan çeteleri alnının çatından vuran irade tuncu da eritir miydi? Bize hiç bir mirası yok mu şehidler şehidinin? Bütün milleti, ümmeti düşünen birisi, doğacak nesilleri de düşünmemiş olamaz herhalde. Var elbette, büyük devletler hep rüyayla kurulmuştur, düşle kurulmuştur. Bize emaneti, vasiyeti uçsuz bucaksız bir hayaldir. Öyle Ali Ağaoğlu’nunkilerden değil ama Mirim, Osman gibi. Düşler kuralım, bir bardak çayın bir bardak cay demek olmadığı zamanlarda ‘’ Ölürse tenler ölür; Canlar ölesi değil’’ ise o can nerede? Elbette içimizde, yüreğimizde. O halde Mirim; Zapt edilemeyecek tek kale senin yüreğindir. Ona iyi bak! Zira din için, devlet için güp güp çarpan o kaledir… Zülfikarın kınını taşıyan, Alparslan’ın kuşağını sardığı kale o yürektir… Acıkmamak için velilerin taş sardığı o yürektir.. Surlarını yükselt! Zira kafir her gün biraz daha yaklaşarak surlarını durmadan oklayacaktır. Bu dünyada ikbali unut! Zira tek azığın imanın olacaktır. Burçlarını iyi gözet! Orada dalgalanan; asırlardır solmamış dik duruşun, hakkaniyetin bayrağıdır! Vel hasıl kelam:
Bir Kanije, bir Estergon birde sen,
Vatan sensin, Bayrak sensin, Turan sen!"