ASLIHAN YILMAZ
Türkler, var oldukları andan itibaren dünya tarihinin en kıdemli yerini zapt etmiş, Türk adını insanlık ve medeniyet tarihine altın harflerle yazdırmıştır. Kavimlerin henüz şuursuz bir kalabalık olduğu ve sırf hayvanlarda da mevcut olan arzuların tatmini için yaşadığı dönemlerde, Türkler milli bir mefkûre benimsemiş, bunu da yüksek ahlâk takviyesiyle günbegün geliştirmiştir. Başka milletlerce ‘’Barbar Türkler’’ diye adlandırılsak da, o milletlerin mütefekkirleri bilir ki; Türkler yüksek ahlâkın, adaletin, hoşgörünün ve yiğitliğin temsilcisidir, baş mimarıdır. İskitlerden tutun da, Anadolu’nun en ücra köyünde yaşayan Avşar boyuna kadar saflığın ve asaletin devamlılığı söz konusudur. Türkler en hakiki, en yiğit, en yenilmez millettir. Ulu mütefekkir Atsız Beğ’in de dediği gibi: ‘’Ey Türk milleti! Sen ne güçlü ve dayanıklı şeysin! Bir türlü yıkılmıyorsun!’’
Bu yenilmezliğin sırrı elbette Türk Töresi idi. Zira o, dinlerle yarışabilecek kadar adil, milletlere hukuk dersi verecek kadar güncellenebilir ve geniş bir alana yayılmış olan bir milleti kontrol edebilecek kadar güçlüydü. Düşman geç de olsa anladı; Türkleri harple, güçlü komutanlarla yenebilmek imkânsızdı. Öncelikli yıkılması gereken şey kaynağını Töreden alan Türk ahlâkı idi. Nasıl mı?
-Döneminin şeyhülislamı Ebussuud Hazretleri kürsüde konuşurken, onu dinlemeye gelen vatandaşlardan biri eşeğini kaybeder. Kalabalıkta eşeğini bulamayacağını anlayan vatandaş, Ebussuud Hazretlerine ricada bulunup kürsüden, eşeğini görenlerin kendisine getirmelerini söylemesini ister. Ebussuud Hazretleri bağırır: Aşkı bilmeyen var mı? Üç kişi el kaldırır. Ebussuud Hazretleri eşeğini kaybeden vatandaşa dönüp der ki: Hani bir eşeğin kaybolmuştu!-
Âşık olmayı unuttuk. Toprağı, vatanı, maziyi, Mete’yi, Kür Şad’ı, Süleyman Şah’ı, Ertuğrul Gazi’yi, Abdülhamid’i, Plevne kahramanı Gazi Osman Paşa’yı, Mustafa Kemal’i, köyümün adsız kahramanlarını… Yüreklerimiz taş oldu, vicdanlarımız ruhsuz bir serseri! Batı’nın bütün sapkınlıklarını medeniyet diye hanemize yazdık, çocuklarımıza özü değil közü uzattık milenyum çağına ayak uydursunlar diye, teknolojinin imkânlarını kullanmaktan ziyade, kişiyi mankurtlaştıran canavarlara dönüştürdük kendi ellerimizle. Biz Batı’dan aldığımız salları nehri aşmak için kayık etmedik, onların teşvikiyle darağacı ettik kendimize. Kendimiz çattık, kendimiz asıldık. Heyhat! İstiklâl şairi Âkif der ki: Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak… Alçak bir ölüm varsa, emînim, budur ancak.
Çaresi ivedi ile bulunması gereken sorunlarımız şunlardır: Mefkûreden uzaklık, iletişim araçlarının kötüye kullanımı, yozlaşan sanat ve kültür anlayışı, en önemlisi ise cehalete temayül. Dört başlıkta konu edeceğimiz sorunların çözümü ile Türk, özüne dönecek ve layık olduğu şanı yeniden sahiplenebilecektir. Mefkûreden uzak kalan gençliğin sağlıklı bir ruh yapısına sahip olması elbette beklenemez. Sağlıklı bir gelecek ise ancak tüm içeriğiyle millîlikten yana olan bir eğitimin
icrasıyla mümkün. Buna müsaade etmeyen devşirilmiş zihniyete rağmen, milli ruhu çocuklara aşılamak yüce öğretmenlerin ve ebeveynlerin sorumluluğundadır. Müfredatın öngördüğü konular milliyet ile alakalandırılmalı, aile meclisleri ise tarihi kahramanlıkların telaffuzu ile şenlendirilmelidir. Ailevi ilişkilerin yaratacağı samimi duyguların takviyesi ile tarihe olan aşk kuvvetlenecek, yüreklerimizde erişilmez bir yere sahip olacaktır.
İletişim araçlarının kötüye kullanımı da, son asırda ahlâki yapımıza olan saldırıları desteklemiş ve savunmayı neredeyse etkisiz hale getirmiştir. Yine Batı kaynaklı olan tüketim çılgınlığı küçük yaştaki çocuklara kadar zuhur etmiş, teknolojinin faydaları, kontrolsüz kimselerin elinde ahlaksızlığa davetiye çıkaran düşman bir güç olmuştur. Öncelikle henüz yetişmekte olan çocuklarımıza aile eğitimi ile sağlam bir ahlak kazandırılmalı, içinde bulunduğumuz çağın tehlikeleri anlatılmalı, katıksız bir irade ile hayata karşı nasıl mücadele edecekleri öğretilmelidir. Aşırılığa kaçmayan bir disiplin ile sağlam karakterli ve büyük düşünen çocuklar yaratmak gayet mümkündür. Bu durumda kötüye kullanımı müsait olan ne varsa, aydınlanmak için araç olacaktır. Çocuklara kılavuz olacak nitelikte eserler veren Ömer Seyfettin’in de dediği gibi: Medeniyet ateş, demir eliyle Kan taşırtan, yuva yıkan seliyle İlerliyor elektrik piliyle, Yapılır mı uçurumda hiç düğün!
Yozlaşan sanat ve kültür anlayışı; Ufak bir ayrıntı gibi görünse de aşılması gereken büyük meselelerdendir. Sanat ruh ise, o ruhu beslemek zorundayız. Lakin vücudu teşhiri ve argo üslubu benimseyen görsel ve dinletiler ruhumuzu kirletmiş, ışığımızı söndürmüştür. Bugün kaç genç Çekiç Ali’nin Kızıl Irmak’ı ile Anadolu’nun küçük bir köyünü arzular, kaç kişi Itrî’nin besteleri ile sarhoş olur ki. Dansımız Çingenelere, edebi eserlerimiz hain zihniyete teslim. Her popüler romanda Türk’e küfür, mazimize düşmanlık var. Ya şiir diye katledilen kelimeler… Kimin umurunda! Kâzım Karabekir Paşa işgal dönemlerinde, meydanlarda gösterilen piyeslerin milli direnişe büyük katkı sağladığını söyler ‘İstiklâl Harbimiz’ adlı eserinde. İşte bize lazım olan sanat anlayışı budur! Varsın çareler tükensin, varsın zapt olunsun bütün kaleleriniz… Milli özelliklere sahip bir sanat anlayışı, zihinlere kazınmış bir kahramanlık türküsü, bir kenara not düştüğünüz bir hikâye sizi yeniden uyandıracaktır, yüreğinizi aşk ile coşturacaktır.
Gelelim bütün sorunlarımızın kaynağı olan cehalete temayüle. Okuyunuz, okutunuz! Kâfidir.
Atsız Beğ’in yüreğinden aldığım feyiz ile selamlıyorum seni Türk genci. Milletinin ikbali, senin yiğit yüreğinde yeşerecek bir aşk ile mümkün olacaktır. Yaşa, yaşat!
‘’Gönlündeki yaraların kanını dindir… Yüzde yüz Türk olduğun gün cihan senindir…’’