Şu varsayımla başlayalım yazımıza; ‘hayat, insanlara ve evrendeki varlıklara verilmiş ortak bir armağandır.’ Bu armağanı nasıl kullandığımıza, nasıl değerlendirdiğimize göre yararlı ve verimli olarak yaşanır. Evrendeki bilinen canlılar arasında kıyas yapabilme yetisine sahip yetenekli tek “düşünür” olarak bilinen insanın kendisine armağan edilen hayatı hakkında çok şey konuşulmuştur. Bu yazımızda, hayatta kurulup da ulaşılan veya kırılan hayaller hakkında özet bir tartışma başlatmak istiyoruz.
Hayatı boyunca pek çok hayalleri olan insanın bu hayallerin ne kadarına ulaştığı tartışmalıdır. Hayaller kurarak hayatta bir şeylere sahip olmak için kurulu bir çarkın içinde çabalayan insan, bu karmaşık çarkın hangi dişlisinin arasında ezilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu pek bilmez… Bu hayalleri kurarken insanlar, belli bir mantık kapsamında kurgu yaptıklarını düşünürler.
Hayatın gereği olan hayallerin kurulması ile mantık arasında bir bağın olup olmadığı göreceli bir husustur. Hayatın her aşamasında hayal kurgulama ve gerçekleştirme becerisi saklı kalmak şartıyla bu yetinin mantık ölçülerine göre değerlendirilmesi tartışmalıdır; çünkü hayaller içinde olmayı mantıklı insan da başarır mantıksızı da…
Mantıklı insan derken, kast edilen aklın egemenliğidir; yani aklın bütün duygulara hâkim olması sonucu kurulan hayallerden bahsedilir; ikinci seçenekte ise, aklın duygulara değil de duyguların akla egemen hale geldiği hayaller demek istenen… İnsanın akılsız varlık olduğunu iddia edilemeyeceğine göre, kast edilen mantıksızlık, bu noktadan başlar… Değilse kastedilen insan tipinin akılsızlığı demek değildir…
Hayatın değişik evrelerinde aklın ‘hükümsüz’ kaldığı durumlarda duygular akla hükmeder… Özellikle kalbin / gönlün merkez olarak seçildiği hislere aklın kâr etmediği durumlar gibi… Aşk gibi… Aşkta gerçekleşen akılın zafiyeti gibi…
Hayatın getirdiği sürprizlere bağlı olarak hayaller kırılabilir; ancak kırılan hayallerimizi hep yenilemeye çalışırız, bazen kırılan hayallerimizi atmayız, onları yenilemeye çalışır, yenileriyle eskileri birbirine ekler, bazen bu eklentilerle bazı harikalar da yaratılabilir…
**
Aklı öne alan, mantık öncelikli düşünen insan, gerçekleşme şansı yüksek olan hayaller kurar, olmayacak hayal kurmaz… Eğer mantıksız hayaller kurmuş ise biliniz ki o insan âşıktır!
Çünkü aşk, insanı zaten aptallaştırır… Yalnızlık denizine sürükler yüzme bilmeksizin… Altmışında bir genç, on beşinde yaşlı bir yapar… Aşkın temelinde kendine güven vardır; hayatın meşakkatleri karşısında özgüven gereklidir, ‘aşk herkülü’ ile boğuşabilmek için…
Eğer özgüven yoksa aşk da yok demektir; aşk yoksa sevgi de yoktur… Hayatın en zor yanı da özgüvene dayalı sevmektir… Seven özgüvenli insanın karşısındakinin hatalarına katlanması kaçınılmaz ölçüttür… Sevginin ölçüm aleti yok tabii ki, ancak sevdiğinin hatalarını hoş görmek asıl sevginin “ölçüm noktası” olarak algılanabilir…
İşte bu bağlamda hayatın vazgeçilmezi olan hayal kurmak önemlidir… Zira hayal kurmak demek; fırtınaları durdurup yağmurları dindirmek, susuz sahraları su ile kucaklaştırmak gibi zor olan bir iştir… Söyleyebilecek akıl var mıdır ki buna hangi akıl yetebilir?
Bu noktada şu ifadenizi duyar gibiyim; ‘fırtınayı dindirme hesabını, akıllı olan herkes yapar.’ Bu noktada bir haklılık payı olabilir fakat işin içinde aşk varsa, aşk akıllı adamı aptallaştırır dedik zaten… Aşkın yörüngesine giren akıl sapıtmalar gösterir, özgüvene ihtiyaç duyar… Eğer özgüven tek taraflı ise aklın da, aşkın da varacağı sonuç hep hüsrandır… Ne kadar akıllı olursan olunsun bire, evdeki hesap aşk pazarındaki hesabını tutmaz… Aklına sahip çıkamayan aşk ile aşkına sahip çıkamayan akıl, hayatın ilerleyen dilimlerinde sahipsiz kalırlar…
**
Hayatın vazgeçilmezleri olan güzel hayallerin en güzelini kurarken insan kendi benliğinde bir derinlik içine girer, yalnız kalır hayalleriyle baş başa, sakin ve sessiz, derin ve sonsuzca… Bu hayalleri ‘ben merkezli’ sahiplendiğinde, bu sessizlik bireyi çok daha farklı dalga boylarında çatışma alanlarına sokar… Hayallerin tamamı gerçekleşmez şüphesiz, ama sahip olduklarıyla insanı sevindirdiği kadar sahip olamadıklarının karşısında kırılganlıkları da mutsuz eder…
Bu noktada hayaller karşısında umutların kırılmasına en az düzeyde müsaade etmek, aklın duygulara egemen olduğunu ifade eder… Hataların süreç içinde tekrarlanması, tarih ile de ilişkilendirilebilir… Hayatın bir parçası olan tarih, aslında “zaman” ölçeklerinin matematiksel ifadesinde yeri olan ve gerektiğinde tekerrür ettiği sanılan bir süreç…
Aslında tekerrür eden tarih değil, insanın hayatı boyunca hayal edip de kıranlar yüzünden ulaşamadığı, kırılganlıkların yeniden inşası için gereğini yeniden yaşama süreci… Bu süreçte yalpalanan insanın kendisidir; tekrarlanan yıl-ay-günler değildir, onlar sadece zaman denilen soyut mefhumun anlaşılması için insanlar tarafından uydurulmuş oyalanma ve avunma formülleridir. Bazen çok lazım olur bazen hiç…
Hayaller kurulup kırıldıkça ki belki de kurulan hayalleri kıran kişiler kırılanlarla mutlu olmaya muhtaç bile olabilir, yeni hayallerin müjdecisi olabilir… Bu bağlamda kırılan hayalleri de hayatın bir külfeti olarak algılamayıp onları korumak, saklamak, bireye yeniden hayaller kurma şansını vereceği için yararlı olabilir…
Bu noktadan hareketle bazen insanlar kırılıp da geçmişte kalan güzel hayallerini ‘hatıralar’ halinde algılayıp özlemini çekiyor olabilir… Bu özlem boşuna değildir… Bazen insanın kırıldığı, yıkıldığı, yok olduğu sandığı ümitleri-hayalleri, insanın hayatında hiç beklenmedik olumlu konumlar yaşatabiliyor… Örneğin bazen insan, yıkıldığını sandığı hayallerin güzelliğini asıl özlediklerinde görür… Düşünce yoğunluğunda şu sonuç kaçınılmaz olabilir; bazen kırılmış hayallerdir ki özlenenlerin sebebi… Onun içindir ki şu ifadeyi varsayım olarak kabul edersek, yanlış bir değerlendirme olmaz sanırım; ‘kırılganlıkları yok sayarsak, özlenenleri de pek anlayamayız’ dediğimizde konuyu iyimserlik potasına sokmuş oluruz, hayal kırıklıklarıyla mutsuz olmak yerinme…
Sonuçta hayallerinizi kıran kim olursa olsun, önemli olan husus, kırılmayı tekrarlayacaklara yeniden fırsat vermemektir. Taze kurulan hayaller kadar kırılanlardan da yenilerini inşa etmek için onları özlemleriyle bütünleştirip yeni hayaller kurabilir ve hayatın serüvenindeki yalpalamaya devam edilebilir…
‘Hayatta kurduğum tüm hayallerimi her önüne gelen kırdı, bende hayal kuracak hal kalmadı’ denildiği an, mağlubiyeti ve mutsuzluğu, kabullenmiş oluyor insan. Bazen güzel hayaller kırıkların geriye kalan enkazından bile kurulabilir…
Kimisi kırık hayallerini gömecek yer ararken kimisi de engin denizler gibi hayallerinin de enginlik içinde kalabileceğini düşünerek kırıklarını denize emanet ederler. Doğaldır ki denizler emanet edilen o hayalleri hiç bir zaman korumazlar genellikle ya derinliklerdeki dip miline verirler, ya da bir sahile sürükler…
Sonuç olarak şunu söylemek mümkündür; gönül limanından ayrılan sevda gemisi her ne kadar sonsuz hayallerle birlikte denize emanet olarak kabul edilse de, sevda gemisi denize açıldıktan sonra çıkacak muhtemel fırtınayı da kaptanın hesaplaması gerekir… Hayal kurmak güzeldir; kırıklarla süslenmiş bile olsa… Ancak hayallerin güzelliği hayatın güzelliğinde saklı olan dengenin kantarında aramak ve dengeyi iyi ayarlamak gerekir; bu hayal kurmak bile olsa…
Sonuç olarak diyeceğim odur ki; kışın yalancı güneşine, denizin sakinliğine aldanıp ne zemheride güneşlenmek için soyunmak ne de yüzmek için ummana açılmak… Her şeye rağmen tüm külfetlerini çekmeye değer bir armağandır hayat…