Avrupa ile Asya’yı birbirine bağlayan Ural Dağları ve Ural (Yayık) Nehri Başkurt Türklerinin ana yurdudur. Çok köklü bir tarihi geçmişi olan Başkurtların sayısı diğer Türk boylarına göre daha azdır. Dünya’da toplam 2 milyon civarında Başkurt Türkü olduğu bilinmektedir. Sayılarının az olmasına karşın geleneklerine sıkı sıkıya bağlı olan Başkurt Türkleri geçmişlerini yaşatmakta kararlıdırlar. Bugün Rusya Federasyonu’na bağlı olan Başkurdistan’ın yüzölçümü 143 600 kilometre kare olup, toplam nüfusu 4 140 336 civarındadır. Başkurdistan nüfusunun etnik dağılımı şöyledir: %29,8 Başkurt, %36,3 Rus, % 24,1 Tatar, %2,8 Çuvaş, %2,6 Mari, %1,3 Ukraynalı, %0,6 Moldovalı, %0,5 Udmurt’tur. Rakamlardan da görüldüğü gibi, Başkurdistan’da Ruslar çoğunluktadır.
Yazılı Kaynaklarda Başkurt Türkleri
Ural bölgesi ve Başkurt Türkleri denince ilk akla gelen isim ünlü tarihçi, Türkolog ve devlet adamı Zeki Velidi Togan’dır (1890–1970). Türkiye’de ve dünyada Başkurt tarihinin ve genel olarak Başkurtların tanınması Togan sayesinde olmuştur dersek hiç de yanlış olmaz. Zeki Velidi tüm ömrünü milletine adayan nadir insanlardan birisidir ki, hayatının büyük bir vatanından ve milletinden uzaklarda geçirmişse de Başkurt milleti için hizmet etmiş, Başkurtlarla ilgili birçok eser yazarak Başkurt Türklerinin yurt dışındaki sesi olmuştur. “Hatıralar” başta olmak üzere 2003 yılında Türksoy tarafından yayımlanan “Başkurtların Tarihi” gibi eserlerinde, sayısız makalelerinde Başkurt Türklerinin dil, tarih, edebiyatı ve kültürü ile ilgili geniş bilgiler sunarak, milletine dair hiçbir ayrıntıyı es geçmemiştir.
Bir milletin adı olan Başkurt kelimesi, baş ve kurt sözcüklerinden oluşan bir birleşik kelimedir. Halk arasında dolaşan bir rivayete göre, Başkurtlara İslam dinini öğretmek için gelen insana bir kurt yol göstermiştir. Bundan dolayı, başı kurt, yani önderleri kurt diye adlandırılmıştır. Eski Yunan, Arap, Çin vs. kaynaklarında sıkça Başkurt kelimesine rastlamak mümkündür. Başkurt kelimesi yazılı kaynaklarda ilk kez II. yüzyılda ünlü Yunan astronomu, matematikçi ve coğrafyacı Klaudios Ptolemaios (MS 108–168) tarafından kaleme alınmıştır. Başkurt, Vaşgirt şeklinde batı kaynaklarında ve İran destanlarında da bulunmaktadır. Konuyla ilgili Togan şunları yazmıştır: “İran destanlarında ve batı kaynaklarında bilinen Vaşgirt, Tirmiz yanındaki Başkurt dağı ve Pamir’in Çıtral tarafındaki Başkurt gibi coğrafi isimler, eski Bulgarlar gibi Başkurtların da en eski çağlarda, Türkistan’ın güneybatı taraflarında yaşamış olduklarına delâlet edebilir. Efsanelerde görülen Gürksar yani “kurt baş” kelimesi “Başkurt” kelimesinin “kurtbaş”dan geldiğine dair halk etimolojilerinin ve faraziyelerinin eski bir şekli olabilir.” (Togan 2003:3). Bir Türk destanı olan Oğuzname veya Oğuz Destanı’nda da Başkurtlardan söz edilmiştir: “Türk rivayetlerinin en eskisi olan Oğuz destanında Başkurtlar, Edil havzasına yakın ve Bulgarlara sınırdaş bir dağlık ülkede yaşayan, kuvvetli ve şekavetle tanınmış (cebbar ve ayyar), kibir ve nuhveti dolayısıyla hiçbir cihangire baş eğmeyen bir kavim sıfatıyla zikrediliyorlar.” (Togan 2003:3).
Ünlü Başkurt tarihçi Zeki Velidi Togan, Başkurtların ortaya çıkışı, tarihi ile ilgili yaptığı araştırmalarının sonucunu şu şekilde kaleme almıştır: “Eski Başkurtlara ait en şayanı kayıtlar Çin kaynaklarında görülmektedir. Fakat bu kayıtlar Çinliler tarafından kavim isimleri olarak zikredilen bazı isimlerin “Başkurt” ismine benzetilmesinden başka bir şey değildir… Kavim isminin Türkçe aslı Töles yahut Tölös’tür, ki bu isimler Orhun kitabelerinde de zikredilir. Demek Başkurtlar Göktürk zamanında Tölös kabilesine dahil bir Türk kabilesiydi ve bunlar Hunların halefi sayılıyordu. Tölösler ise Altay-Irtış taraflarında yaşayan Kıpçak kavimlerinden ibarettir. Kıpçakların da milâdın ilk yarısında Güney Türkistan’da yaşadıklarını gösteren deliller vardır. Sonra bu kavimler Hunlar devrinde Doğu Avrupa’ya dağılmışlardır… Türk Başkurtların birleşmesinden önce Ural taraflarında bazı İran Sarmat kavimlerinin yaşamış olduğu, coğrafi isimlerinden anlaşılmaktadır. Başkurtların Kıpçak grubuna dahil bir kabile olarak görülmesi diğer tarihi kayıtlara da uygundur.” (Togan 2003:4).
Başkurtların günümüzde yaşadığı topraklarında bulunan Araplar, Başkurtlarla ilgili bilgilerini paylaşmıştır. Zeki Velidi Toğan “Başkurtların Tarihi” adlı kitabının ‘İslam Membalarına Göre Başkurtlar” başlıklı kısmında şunları yazmıştır: “İstakhrî, Başkurtları “Oğuzların sonunda” yani Aral-Hazar arasında yaşayan Oğuzların kuzey tarafında, onlara bitişik olarak yaşayan ve kimseyi yanlarına sokmamak için müsait yerlerde Bulgarlara tâbi olarak yaşayan ve sayıları (yani askerleri) 2000’i geçmeyen bir kavim olarak tarif eder. Al-Birunî de Başkurtların yaşadığı ülkeyi “Başkurt Dağları” (Cibâl-i Başkhırt) diye adlandırır ve bu kavmin, İbn Fadlân’da olduğu gibi Yayık Peçeneklerine komşu olmak üzere Edil, Bulgar ve Suvarların doğusunda yaşadığını zikreder. Bu dağların ismi olan “Ural” kelimesine 13. asırda Çinggizlilerden Şıbanoğulları ulusunun sınırlarının tarifinde, Ebülgazi Han tarihinde ve Nogay destanlarında rastlanıyor.” (Togan 2003:4–5). Başkurtlar ile ilgili ayrıntılı bilgiler, Halife el-Muktedir’in 921 yılında Bağdat’tan İdil boyundaki Bulgar hükümdarlarına gönderildiği elçilik heyetinde yer alan ve gezide kâtiplik görevini üstlenen İbni Fadlan’ın (Ahmed bin Fadlan el-Abbas) eserinde de bulunmaktadır. Fadlan’ın seyahatnamesinin Başkurtlarla ilgili kısmına değinen Zeki Velidi Togan: “Ural dağlarında yaşayan Başkurtlar, güneyde Mogacar dağlarında Oğuzlarla, Yayık’ta Peçeneklerle ve batıda Sokh ile Çerimşen arasında, yani şimdiki Samara vilayetinde yaşayan Başkurtların yanında duraklamış ve İbni Fadlân da orada bu kavmin adet ve akidelerine dair meşhur notlarını tutmuştur. O’na göre o zamanda Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… İbni Fadlân’a göre Başkurtlar “Türk kabileleri arasında en şerir, en güçlü, insan öldürmeyi hiçe saymakta en ileri gideni” olduğu için sefaret heyeti bunlardan çok korkmuştur. İbni Fadlân’a göre bunlar sakallarını tıraş ediyorlardı. İbni Fadlân, bir de bazı göçebelerde ve bazı Başkurtlarda görülen bir âdeti yani gömlek ile donların kat yerlerindeki bitleri, dişleriyle çiğneyerek öldürmelerini “bit yeme” âdeti olarak anlatmıştır. Başkurtlar Şamanî oldukları halde aralarından birisi İslamiyet’i kabul etmiş olmalıdır ki, o sefaret heyetinin hizmetinde bulunmuştur.”demiştir. (Togan 2003:6). Gezi sırasında bölge halkının bazı gelenekleri Fadlan’ın dikkatini çekmiştir: “Hepsi kalpak giyerler. Hükümdar ata, at bakıcısı olmadan tek başına biner. Gezerken yanında muhafız bulundurmaz. Sokaklardan ve çarşıdan geçerken herkes ayağa kalkar. Kalpaklarını çıkarıp koltuklarının altına alırlar. Hükümdar geçince tekrar başlarına giyerler… Kadınlar ve erkekler hep beraber nehre girip çırılçıplak yıkanırlar. Birbirinden kaçmazlar. Bununla beraber, herhangi bir şekilde zina etmezler. Zina onlara göre en büyük suçlardandır.” (Kurban 1998: 52). Ayrıca Arap kaynaklarında, “İç Başkurtlar” ve “Dış Başkurtlar” tabiri de kullanılmıştır. İstakhrî, Bulgar şehrinden “İç Başkurtlara” kadar 25 günlük mesafe olduğunu yazmış, fakat “Dış Başkurtlar”dan söz etmemiştir. 1135 yılında İdil boyu Bulgarlarını ziyaret eden Abu Hamid al-Andalusî Başkurtları ziyaret ettiğinden bahsetmiştir.
Sicilya’nın Norman kralı II.Ruggeoro’nun hizmetinde bulunan Arap coğrafyacı İdrisî (Ebu Abdullah Muhammed bin el-İdrisî) (Septe, Fas, 1100 – Sicilya 1165), dünyanın ayrıntılı tasvirine ağırlık verdiği “Kitabü’n-Nüzheti’l-Müştak fi İhtiraki’l-Âfâk” başlıklı esrinin dışında bir dünya haritası ve dünyayı yedi iklim kuşağına bölen bir iklim haritası hazırlamıştır. İdrisî eserinde Başkurtlardan da söz etmiştir. Konuyla ilgili Togan şu tespitlerde bulunmuştur: “Coğrafyacı İdrisî eserinin beşinci, altıncı ve yedinci “cüz”lerinde Başkurtlar hakkında daha kimse tarafından layıkıyla tahlil edilmemiş olan oldukça mufassal malumat vermiştir. Beşinci iklimin 7.cüzünde Edil nehrinin doğu kolunun (yani Ak-Edil’in) “Başkurt nahiyesi”nden güçlenerek aktıktan sonra Peçeneklerle Bulgarların arasından geçtiğini; Beşinci iklim 8.cüzde “İç Başkurtlar” (al-Başcırt al-dâkhila) ile Oğuzların ülkesini yüksek ve ormanlık Marğar dağının ayırdığını söyler. Altıncı iklimin 7.cüzünde İdrisî “Dış Başkurtlar” (al-Başcırt al-khârica) ülkesini tasvir ediyor. Ona göre Başkurt ülkesi gayri meskûn bozkır ve çöllerden ibarettir. Kasabaları ve ahalisi pek az, yolları geçit vermez; İç Başkurdistan’da dağlık yerden çıkan Suqan (galiba Yayık) nehrinden 8 merhale doğuda (demek ki Yayık nehrinin başlarında) küçük Nemcan kalesi vardır, bu bölgeyi hüsnü suratıyla tanınmış bir sülale, nesilden nesle idare eder. Bu şehrin 8 merhale doğusunda Arcıqa (herhalde İrendik) dağı bulunur. Burada bakır maden ocakları vardır ki 1000’den fazla insan çalışır. Bu madenden çıkarılan bakır Khorezm ve Şaş (Taşkent) ülkelerine ihraç olunur. Buradan elde edilen tilki ve kunduz derileri de Hazar denizi sahillerine ve Deylem taraflarına gönderilir. Bu ülkenin dağlarından ve nehirlerinden pek çok kıymetli taşlar çıkarılır.” (Togan 2003:7). İdrisî’nin tasvirlerinden Başkurtların kalelerinin, şehirlerinin bulunduğunu, maden ocakları işlettiklerini söylemek mümkündür, oysa diğer gezginlerde bu gibi bilgilere rastlanmadığını Togan şöyle dile getirmiştir: “Arap müelliflerinden İbni Fadlân ve İstakhri gibi, 13.yüzyılda Fransa kralı tarafından Moğolistan’a gönderilmiş olan Rubruk da, Başkurtların şehir ve kasabaları olduğundan bahsetmez. Rubruk, Başkurtların göçebe bir kavim olduğunu beyan eder; fakat İbni Fadlân gibi Rubruk da, Step Başkurtları ülkesinden geçmiştir. İdrisî Başkurt ülkesinde zikredilen şehir ve kasabalar ile maden işletme sahalarının dağlık mıntıkalarda olduğunu kaydediyor. Buralarda, bu gibi sanayi ve pazaryerlerinin bulunmuş olması pek muhtemeldir.” (Togan 2003:8).
Avrupa’dan Büyük Moğol Devleti’ne gönderilen elçilerin yolu Ural bölgesinden geçmiş olduğundan seyahatnamelerinde Başkurt Türklerinden söz edilmiştir. Örneğin, 1243 yılında Ural’ın güneyinden geçen Venedikli gezgin Johann de Plano Carpini (1182- 1252), Başkurtlardan “Bascart” ismiyle bahsetmiştir. Fransa kralı IX. Louis’in (1214–1270) elçisi olan Rubruk (William of Rubruck) (1220–1293) 1253–1255 yılları arasında yaptığı Moğolistan gezisini “Doğu Ülkelerine Seyahat” adlı kitaba toplamış ve Başkurtları “Bascatur” olarak kaleme almıştır.
Başkurtların menşei, dili ile ilgili birçok araştırma bulunmaktadır. Türkçe öğrenme ihtiyacından ortaya çıkan ve XI. yüzyılda Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılan ve bugün de güncelliğini ve değerini kaybetmeyen “Divanü Lûgat-İt-Türk”te Başkurtlardan da söz edilmiştir. Kaşgarlı, ‘Türk Ulusunun Boyları Hakkında Söz’ başlığı altında Başkurt kelimesini “Başgırt” şeklinde kaleme almış ve şunları yazmıştır: “Türkler aslında yirmi boydur. Bunların hepsi – Tanrı kutsal kılası – Yalavaç Nuh oğlu Yafes, Yafes oğlu Türk’e dek uzanır… Bizans –Rum – ülkesine en yakın olan boy “Beçenek”dir; sonra “kıfçak”, “Oğuz = Uğuz”, “Yemek”, “Başgırt”, “Basmıl”, “kay”, “Yabaku”, “Tatar”, “Kırkız = Kırgız” gelir.” (Kaşgarlı 1985: 28). Mahmud Kaşgarlı Başkurtların dili konusunda şöyle demiştir: “Kırkıs, Kıfçak, Oğuz, Toxsı, Yağma, Çigil, Uğrak, Çaruk boylarının öztürkçe olarak yalnız bir dilleri vardır. Yemeklerle Başgırtların dilleri bunlara yakındır.” (Kaşgarlı 1985: 30). Tarihçi ve Türkolog Zeki Velidi Togan, Başkurtların dilinden söz ederken Başkurt Türklerinin çok eskiden beri Türkçe konuştuklarına dair şunları yazmıştır: “Başkurtların miladi 7.yüzyılda artık T’ieh-le, Tölös zümresine dahil Türk kabilesi sayılmasıyla birlikte, Başkurtların Türklerin Kıpçak ve Qun zümresine dahil bir kabile olduğu ve binanaleyh Türkçe konuştukları muhakkaktır.” (Togan 2003: 9).
Başkurt Türklerinin Mitolojisi ve Halk Edebiyatı.
Başkurt Türklerinin çok eskilere dayanan uzun tarihi geçmişi yalnız yazılı kaynaklarda değil edebiyata da yansımıştır. Yaşanmışlığı ve tecrübeleri içeren atasözleri ve değimler, tarihi olaylara dayanan destanlar, dini inançlardan ileri gelen rivayetler Başkurt halk edebiyatında yerini bulmuştur. Yılların birikimi olan Başkurt halk edebiyatı çeşitli tarihlerde derlenip yayımlanmıştır. Fakat bu alanda en büyük atılım 1990’lı yıllarda olmuştur. 1995 yılında “Başkurt Halk Edebiyatı” külliyat halinde yayımlanmaya başlamıştır. 36 cilt olarak planlanan ve 1996 yılında birinci cildi yayımlanan bu külliyatın 2014 yılı başları itibarıyla 13 cildi basılmıştır[1]. Ayrıca 2009–2013 yılları arasında Başkurdistan Bilimler Akademisi ve Dil, Tarih, Edebiyat Enstitüsü’nün ortak çalışması sonucu 7 ciltlik “Başkurt Tarihi”nin yayımlandığını da belirtmek gerekir. Başkurt aydınlarının tüm bu geçmişi geleceğe taşıma çabaları şanlı tarihlerine ve zengin kültürlerine ne denli bağlı olduğunu göstermektedir.
Başkurt Türklerinin dini geleneğe özgü inançları, uygulamaları veya doğa olaylarını açıklamak amacıyla, görünüşte gerçekten yaşanmış olayları aktaran, çoğunlukla kökeni bilinmeyen ve bir ölçüde geleneğe dayanan efsaneler kuşaktan kuşağa geçerek günümüze kadar gelmiştir. Başkurt mitolojisi oldukça zengin ve çeşitlidir. Başkurtlar eski dönemlerde Mecusi, Şaman, daha sonra İslam dinini kabul etmişlerdir. Başkurt Türklerinin hayatında tüm bu dinlerin etkisi XX. yüzyıl başlarına dek kendini gösterdiğini Rudenko şöyle dile getirmiştir: “Daha 20.yüzyıl başlarında da, Başkurtların dünya görüşünde eski düşünceler ve bu düşüncelere bağlı olan inançlar yaşamıştır. Başkurtların dünya görüşü incelenirken, farklı zamanlarda ayı, kartal, gulyabani ve gökcisimlerine tapınmalarından, tabiatın ruhunun var olduğunu sandığı ve onunla bağlı olan animizm düşüncelerinden başlayarak Şaman dini kalıntılarına kadar kat be kat inanç ve düşünce silsilesi görülmektedir. Yüzlerce yıllık İslam yayılımı Başkurt eğitiminin sadece dış, ayin yönünü değiştirmiştir; onların eski dünya görüşünde ve inançlarında esaslı değişim olmamıştır.” (Rudenko 2001: 398). Ünlü arkeolog, antropolog, etnograf Sergey İvanoviç Rudenko (1885–1969) Başkurt Türkleri üzerinde detaylı çalışmalar yapmış, onları yerinde incelemiş ve Başkurtların etnografik monografisini kaleme almıştır. Rudenko konuyla ilgili şunları yazmıştır: “Ben kendime Başkurtların etnografik monografisini yazmayı amaç edindikten sonra, 1905’ten başlayarak malzeme topladım ve 1908’de araştırmalarımı bitirdim. 1908–1909 yılları arasında Başkurt folkloru üzerine ilk eserim yayınlandı. 1916’da Başkurtların fizik tipleri hakkındaki monografinin ilk kısmı, 1925’te Başkurtların yaşamına özgü ikinci kısmı basıldı.” (Rudenko 2001: VIII). Rudenko, “Başkurtlar” başlıklı kitabının ‘Sanat ve Folklor’ bölümünde halk edebiyatına, ‘İslam’a Kadar Olan Dini Düşüncelerin Kalıntıları’ bölümünde Başkurt mitolojisine geniş yer vermiştir. Rudenko, Başkurt Türklerinin inançlarının akidelerinden söz ederken Bağdat halifesinin elçisi İbni Fadlan’ın fikirleri üzerinde durmuştur. Fadlan Başkurtların ilâhları ile ilgili şunları yazmıştır: “Onların bazıları 12 ilâh hakkında, kışın, yazın, yağmurun, yelin, ağaların, insanların, atların, suyun, gecenin, gündüzün, ecelin, toprağın ilâhı olduğunu söylüyorlar; gökteki ilâhın onların en büyüğü, fakat o diğer ilâhlarla fikir birliğinde ve onların her biri arkadaşının yaptığını takdir ediyor… Bir grubun yılanlara tapındığını; ikinci grubun balıklara, üçüncü grubun turnalara tapındığını gördük, onların bir zamanlar düşmanları oldukları bir halkla savaştıklarını, düşmanların onları (Başkurtları) bozguna uğrattıklarını ve turnaların düşmanların arkasından bağırıp onları (düşmanları) korkuttuğunu ve Başkurtları bozguna uğrattıktan sonra düşmanların kendilerinin bozguna uğradıklarını, bunun için onların (Başkurtların) turnaya tapındıklarını anlattılar ve ‘bu turnalar bizim ilâhımız, çünkü onlar bizim düşmanlarımızı bozguna uğrattılar’ diyorlar ve bunun için onlara tapınıyorlar (bugün de).” (Rudenko 2001: 374). İbni Fadlan’ın seyahati sırasında tuttuğu notlarına dair Zeki Velidi Togan şunları şerh etmiştir: “Fadlân’a göre o zaman Başkurtlar halis Şamanî olmuşlardır. Müellifin kaydettiği akidelere gelince, bunlar zamanımıza kadar yaşayan itikat şekillerine ve genel olarak Şamanî Türklerin âdet ve akidelerine uymaktadır… Fadlan, Başkurtların ongunları olan hayvan ve kuşları saymıştır ki bunlar Başkurt şecerelerinde mezkûrdur. İbn Fâdlan bunları on iki ilâh olarak gösteriyor; bu sayı Başkurt boylarını on iki bavlı (boylu) diye ifade edilmesiyle mutabıktır. Bunlardan Bürcen kabilesinin ongunu olarak şecerelerde malum olan turna da İbn Fâdlan tarafından bir ilâh olarak zikredilmiştir.” (Togan 2003:6).
Başkurt Türklerinin eski kozmogonik (evrenin doğumuyla ilgili) düşünceleri pek fazla bilinmemesi ile birlikte, gökyüzü ve doğa olayları ile ilgili efsaneler günümüze kadar ulaşmıştır. Başkurtlar, Ay ve Güneş’i insan şeklindeki bir yaratık olarak algılamıştır. Başkurt masallarında Güneş güzel bir kız, Ay ise erkektir. ‘Kırmızı su kızı’ olarak tasvir edilen Güneş: “denizden çıkarken, onun birkaç sajen (1 sajen 2,13 metredir) uzunluğundaki beyaz saçları su üstünde yüzermiş; o elleriyle yıldızları alarak beyaz saçlarını toplarmış. Güçlü bahadırlar, denizden çıkan bu su kızını görünce onun güzelliğine hayran olurmuş ve su kızı denize inerken bahadırlar onun uzun saçlarına sarılarak onunla beraber su hanlığına inerlermiş; burada babası su kızını başlık parası almadan bir bahadırla evlendirmiş. Damat karayı özlediğinde su kızının babası onlara izin verip, su hayvanlarını hediye etmişmiş.” (Rudenko 2001: 375–376).
Güneşin doğuşunu ve batışını gözlemleyen Başkurt Türkleri onu kırmızı su kızı olarak algılamış, ufuk çizgisini de deniz olarak hayal etmiştir. Erkek cinsinden bir yaratık sayılan Ay da Başkurt Halk Edebiyatı’nda yerini almıştır. Bir efsaneye göre: “Su almaya giden bir Başkurt kızı, sanki gülümsüyormuş gibi gökten neşeyle bakan güzel ve sevimli Ay’a hayran hayran bakakalmışmış. Kız Ay’a bakarak: Eğer benim de Ay gibi bu kadar yakışıklı kocam olsaydı, ben ona mutlaka büyük bir bahadır doğururdum, diye söylenmiş. Ay bu genç kızı kendine eş olarak almış, böylece bu kız şimdi orada (Ay’da) saka sırığı ve kovalarıyla duruyormuş” (Rudenko 2001: 376).
Başkurt Türklerinin eski düşüncelerine göre, gezegen ve yıldızlar gökyüzüne demir zincirlerle bağlı olarak asılı duruyormuş. Yıldız ve takımyıldızlarının hepsini farklı isimlerle adlandırmış Başkurt Türkleri. Örneğin, Samanyolu’nu Başkurtlar “Kuş Yolu” veya “Kaz Yolu” diye adlandırmıştır. Bunun nedeni, Başkurtların düşüncelerine göre kuşlar (veya yabani kazlar) mevsimlik göçleri sırasında bu yıldız yolunu kılavuz edinerek hareket ederlermiş.
Başkurt Türkleri, gök gürültüsü, yıldırım gibi doğa olaylarını da inançları doğrultusunda açıklamaya çalışmışlardır. Onlara göre gök gürültüsü ve yıldırım Tanrı’nın isteğiyle meydana gelen bir olaydır. Başkurtlar, Tanrı’nın meleği şeytanı cezalandırmak için gönderdiğini düşünerek, bu doğa olayının meleğin şeytanla çarpışması sonucu ortaya çıktığına inanmışlar. Tanrı, insanları baştan çıkaran, onlara kötülük yapıp zarar veren şeytanı kovmak için meleği göndermiştir. Melek, şeytanı takip etmiş ve onu kamçılamıştır. Meleğin kamçısının ucunda ateşli taşlar olmuş, kamçı ile vurunca bu taşlar kamçıdan koparak ve şeytana vurarak yıldırım çıkarırmış. Şeytan yıldırımdan saklanmak için insanların evine girer ve işte o zaman yıldırım eve düşermiş. Yıldırım düşmesi sonucu yanmaya başlayan evi Başkurtlar su ile söndürmeyi günah saymış ve yoğurt ile söndürürlermiş. Bu nedenle Başkurtlar gök gürlerken şeytan eve girmesin diye pencere, kapı ve bacalarını iyice kapatırlarmış. Bazen şeytan yağmurlu havalarda çocuk kılığına girip evin kapısına gelip ağlayarak eve almaları için ev sahibine yalvarırmış. Bunun dışında hortum ve diğer hava olaylarıyla ilgili Başkurt Türklerinin daha ilginç ve daha özgün düşünceleri bulunmaktadır. Onlar, hortumu ejder saymıştır. Başkurtlar genelde yılanı zararlı, tehlikeli ve olağanüstü bir yaratık olarak görmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin bu konuda şöyle yazmıştır: ‘Eğer Başkurt bir yılanı öldürmüşse, o ne kadar acele edip, nereye gidecekse de, attan inmeden yılanın başını sopayla toprağa gömmeye çalışmıştır.’ Yılanın tekrar dirilmememsi için yılanın başının toprağa gömülmesi gerekirmiş. Çünkü Başkurt düşüncelerine göre, öldürülen yılanın yanına arkadaşları gelip, bir otun kökünü onun yaralarına koyup diriltirmiş.” (Rudenko 2001: 377).
Ayrıca Başkurtlar at teri kokusu sinen kamçının yılanın öldürülmesinde etkili olduğunu düşünmüşlerdir. “İ.İ.Lepexin’in örnek olarak sunduğu bir Başkurt efsanesine göre, bir Başkurt yılan dağında (Ural’da Yılan Dağı) yaşayan büyük bir yılanı, ancak at teriyle ıslatılan kılıcıyla öldürebilmiştir.” (Rudenko 2001: 378).
Eski Başkurt inançlarına göre, yılan 100 yaşına geldiğinde ejderhaya dönüşürmüş. Rivayetlerde ejderha onlarca sajen uzunluğunda olan ve göllerde, bazen kuyularda barınan bir yılan olarak betimlenmektedir. Ejderha, göle su içmek için gelen hayvanları, bilhassa kuzuları yermiş. Ejderha 500–1000 yaşına geldiğinde Yuxa’ya (Yuha) dönüşürmüş. Yuxa, genç kızları yermiş; bir de Yuxa kılıktan kılığa girermiş, o kâh insan, kâh hayvan oluverirmiş. Başkurt rivayetlerine göre, Tanrı ejderhanın Yuxa’ya dönüşmesine izin vermezmiş, ejder Yuxa yaşına gelmeden bulutlar tarafından alıp Kuzey Buz Denizi’nin ötesindeki Kafdağı’na götürürmüş. Konuyla ilgili birçok hikâyenin bulunduğunu söylemek mümkündür. Örneğin, “Hava açık olduğu halde gök gürültüsü ve şimşek çakarak küçük bir bulut göle yanaşmış; bulutun dokunmasıyla göl suyu köpürmeye başlamış; gölden kımız kasesine benzer büyük gözleri yuvasından fırlayan korkunç bir ejder başı çıkmış; ejderin başını kucağına alan bulut yükselince ejderin gövdesi de su yüzüne çıkmış, görünüşe göre ejderin gövdesi parlağa çalan benekliymiş; nihayet yaba gibi kuyruğu da sudan çıkarılıp uzaklara götürülmüşmüş. Ejder uzanmaya, eğrilmeye, her yöne kuyruğunu sallamaya başlamış, yerde sürünmüş kuyruğu sapan izi şeklinde iz bırakıyormuş. Ejder kâh inilti, kâh ıslık çalarak, kâh kuyruğunu yumak yapıp, kâh kendini öfkeyle iki yana vurarak var gücüyle kurtulmaya çalışmış; fakat bir doğaüstü kuvvet ejderin başını tüm kıskaçlardan daha sağlam tutmuş ki, ejder başını kımıldatmaya bile olanak bulamamışmış. Böylece kurtulamayan ejder yavaş yavaş uzaklaşırken, güneş ışığı altında onun gövdesi daha da kırmızı, açık altın sarısı rengini alırmış.” (Rudenko 2001: 378–379).
Başkurt Türklerinde yılan, ejder ile ilgili hikâye, rivayetlere sık rastlanmasının nedeni Ural bölgesinin yüksek dağlar ve gür ormanlarla örtülü doğasındandır. Bölgeyi yılanların mesken edinmesinden ileri gelen Ural’daki “Yılan Dağı”nın adı bunun bir örneğidir. Soğuk ve sevimsiz olan yılanlar insanları ürkütmüş ki, yılanlar efsanelere konu olmuştur. Ayrıca halk arasında yılanlarla ilgili atasözleri ve deyimler de oldukça yaygındır. Örneğin, hain, sevimsiz ve soğuk olan kimselere “yılan gibi” benzetmesi kullanılır. Yılan ve ejderler hikâyelerde de insanlara kötülük yapan bir yaratık olarak tasvir edilmiştir. Hikâyelere konu olan yılanlar kılık değiştirme özelliğine sahiptir. Bu rivayetlerden birisi de Han’la evlenen bir ejderha ile ilgilidir: “Bir han, kendine göl kıyısında rastladığı bir güzel kızla evlenmiş, sonra bu kızın ejderha olduğu ortaya çıkmışmış. Han avda ve diğer bütün işlerindeki başarılarını kaybetmiş. O kendi eşini sınamak için, yakınlarının tavsiyesiyle eşine tuzlu et yedirip su vermemiş, gece yarısı hanın eşi kuyruğunu hanın göğsünde bırakıp, başını hanın evinden 150 metre uzaklıkta olan göle uzatmış, gölden su içmiş. Böylece eşinin ejderha olduğunu öğrenen han, eşini demir bir evde yakmış, ejderhanın külleri hala göz hastalıklarında şifalı ilaç olarak kullanılıyormuş. Diğer hikâyeye göre, çok güzel bir kız kılığına giren yuxa, han ile evlenmiş, fakat göbeğinin bulunmayışından onun yuxa olduğunu öğrenen han, onu yakmıştır.” (Rudenko 2001: 379).
Başkurt Türkleri, eski zamanlarda gökcisimleri ve doğa olayları dışında var olan her şeyin canlı olduğunu sanmışlardır. İbni Fadlan’ın da yazdığı gibi Başkurtlar her şeyin kendi ilâhı olduğuna inanmışlardır. Dağ ilâhı, mağara ilâhı, ev ilâhı, orman ilâhı, su ilâhı bunlardan bazılarıdır. Bununla ilgili Başkurtlar bazı dağ ve mağaraları kutsal saymışlardır. S.İ.Rudenko, Güney Ural’daki Masim Dağ’ında (Masim Tau) dağ tepesine çıkan insanlara rastladığını ve bu insanların “dağ ilâhı”na bağışlanan hayratları gördüğünü yazmış ve sözlerine şöyle devam etmiştir: “Hayratlar çoğu zaman ya bakır paralar, kadın göğüslüklerindeki kalay ve gümüş süsler veya son olarak ağaca, kayalar arasına sokulan değneğe bağlanmış kumaş parçalarıydı (séprek). Göç yelerinin yanı başında bulunan Kırktı sıradağları, Ural sıradağlarının tepesinde ben, baştan başa kumaş parçası bağlanıp örtünmüş fidanlara rastladım. Diğer uruk ve köye kocaya varan kadınlardan biri göç yerlerine konuk olarak geldiğinde veya yeni evli kadını uğurlarken, göç yerine en yakın olan dağın-ormanın açık yerinde oyunlar, danslar yapılmıştır. Giderken onlar fidana (akağaç fidanına) kumaş parçası bağlamışlar. Onların söylediklerine göre, genç kızlar kumaşı fal açma gerekçesiyle bağlamışlar; eğer kumaş parçası gelecek yaza kadar asılı kalacaksa, o kız gelecek yıl evlenecekmiş. Kadınlar ise sadece anne baba dağını ziyaret hatırası için kumaş parçası bağlamışlardır. Bu bez parçalarının bağlanması ve yukarıda görülen hayratlar dağa tapmanın kalıntıları denilebilir. Dağın ruhuna yani onun ilâhına saygı gösterilmiş, nezirler yerine getirilmiştir. Aksi halde dağ ruhu intikam alacakmış.” (Rudenko 2001: 380).
Söz konusu olan ağaçlara bez parçası bağlama yalnız Başkurt Türklerine özgü değildir, diğer Türk boylarında da mevcuttur. Bu tür dilek ağaçlarını günümüzde de görmek mümkündür.
Başkurt Türkleri, şeytanların çocuklarını çaldığına inanmışlardır. Şeytanlar, çocuğun yerine öcü koyarlarmış. Şeytanlara karşı tedbir olarak Başkurtlar beşiğin başucuna çocuğun yünle yuvarlanmış oğulcuk saçlarını, ayı dişini veya ayı tırnağını, deri veya kumaşa dikilmiş Kuran’dan ayetler ve dualar yazılı muska (bétéü) takmışlardır. Başkurt Türkleri, hastalıkların canlı bir yaratık olduğuna inanmışlardır. Hastalık, bazen insan, bazen hayvan, bazen kuş kılığında olurmuş. Örneğin, “Kuzey batı Başkurtlarının hikâyelerinde, sıtma hastalığını başında vaşak şapkalı insan kılığında; genelde hastalıkları hayvan kılığında, çoğu zaman saksağan kılığında algılamışlardır. Bazı hastalıklar insanın içine yerleşirmiş.” (Rudenko 2001: 390–391).
Başkurt Türklerinin hastalıkları tedavi yöntemleri de oldukça değişik ve ilginçtir. Hastalıklardan korunmak ve kurtulmak amacıyla Başkurtlar, çocuklarının boynuna beşiklerde olduğu gibi muska, ayı tırnağı ve ayı dişi takmışlardır. Başkurtlarda, hastalı