Güçlü bir kimsenin yasaya veya vicdana aykırı olarak başkasını uğrattığı kötü durum, kıygı, acımasızlık, haksızlık, eziyet, cefaya zulüm denir. SSCB’de bilhassa Stalin Dönemi’nde (1924–1953) insanların büyük çoğunluğu haksız yere yargılanmış, hapse atılmış, sürgün edilmiş, öldürülmüştür.[1] Tek kelime ile ifade etmek gerekirse insanlar zulme uğramıştır. 1956 yılında Komünist Parti’nin XX. Kurultayı’nda Stalin (1879–1953) suçlanmıştır. Kurultay sonrası Stalin Dönemi’nde yargılananlar aklanmış ve zulmün izleri de gizlenmeye başlamıştır. Zulüm asla gizlenemez. Zulmü uygulayanlar ve onların destekçileri yaşananları gizlemek, zulmün izlerini yok etmek ister. Ancak yaşanan zulüm, çekilen acılar belleklerde her daim diri kalır, unutulmaz. İzleri silmek, unutturmak isteyenlere inat milletin hafızasında ebediyen yerini korur. Millet ise yaşananlardan ders çıkararak hayatına devam eder.
Stalin Dönemi’nde uygulanan zulüm, yapılan haksızlık, çekilen eziyeti anlatmak için kelimeler yetersiz kalır. Stalin’in yaptıkları zulüm olmanın dışında bir aydın soykırımı, terördür. Bu dönemde milletin fikir sahibi aydınları topyekûn yok edilmiştir. 1920’lı yılların sonlarında başlayan Tatar aydınlarının tutuklanması, akabinde hapse atılması, sürgüne gönderilmesi, idam edilmesi ile başlayan süreç 1937–1938 yıllarında doruk noktasına ulaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte tutuklamalar azalmış, zira Stalin tamamen savaşa odaklanmış, genç-yaşlı, eğitimli-eğitimsiz herkes savaşa yollanmıştır. Savaş sonrası kısa bir toparlanma sürecinden sonra zafer sarhoşu Stalin öleceğinden habersiz tekrar “düşman” avına kaldığı yerden devam etmiştir. Rus olmayanlara karşı nefret besleyen Stalin soykırım siyasetini farklı şekillerde sürdürmüştür. 1950 yılında İdil-Ural boyundaki yapay açlık bölge halkını yok etme siyasetinin bir örneğidir. Ayrıca 1950 yılında tekrar tutuklamalar başlamıştır. 1950’lı yıllarda siyasi tutukluların sayısı bazılarına göre 10–12 milyon, bazılarına göre 15 milyon civarındadır. Tutuklananların büyük çoğunluğu İkinci Dünya savaşı sırasında Almanlara esir düşen ve orada lejyonlara katılan askerlerden oluşmuştur. Geriye kalan tutukluların büyük bir kısmı üniversite öğrencisi ve aydınlardır. Tutuklananlar arasında muhalif yazar Ayaz Gıylecev (1928–2002)[2] da vardır. Kazan Devlet Üniversitesi öğrencisi olan Gıylecev 22 Mart 1950 tarihinde “Sovyetlere karşı propaganda yürütme” suçundan tutuklanmış, 10 yıl hapis cezasına çarptırılmış, 1950 yılının sonlarında Kazakistan’daki çalışma kampına gönderilmiştir. Yazar 5 yıl boyunca çeşitli kamplarında tuğla fabrikası, taş ocağı gibi yerlerde çalıştırılmıştır. “Sovyet düşmanı” olarak tutuklanan Gıylecev hapishanede kendi gibi siyasi tutuklularla arkadaşlık etmiştir. 1997 yılında yayımlanan “Haydi, Dua Edelim!” başlıklı romanında, hapishane yıllarını yazar bir “okul” olarak değerlendirmiş ve fikir ortaklığı olan insanlardan şöyle bahsetmiştir: “Biz hepimiz Stalin’ın, Lenin’in, Lenin’in kurduğu Sovyet sisteminin düşmanlarıydık. Biz aramızda her konuda korkusuzca, açıkça konuşuyorduk. Bu – benim için mutlu bir okul oldu… Evet, deli dönemde akıllı olmak zor, delilikler de olmadı değil, yanlışlık-hatalar da yapıldı, köy çocuğu, deneyim yok, birçok şeyi bilememişim, ancak hapishane yolları çok şey öğretti, çok şeyi tattım, akıllı insanlarla yemeğimi paylaştım.”[3] (Gıylecev 1997: 446). İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratır. Ayaz Gıylecev olumsuz hapis hayatına olumlu taraftan bakmıştır ki, yazar her fırsatta hapishane yıllarının onun için “ibretli bir okul” olduğunun altını çizmiştir. Yazar hapishane yıllarını kaleme almaya niyetlendikten sonra 1950 yılında çalıştırıldığı çalışma kamplarını yeniden görmek, anılarını tazelemek, zorlu geçmişi ile yüzleşmek üzere 1989 yılının Ağustos’unda Kazakistan’a gitmiştir: “Roman-anılarımı yazmadan önce, belimi bağlayıp, özlem içinde, heyecanla, uykusuz kalarak Karaganda tarafına gittim.” (Gıylecev 1997: 399). Yolculuğa çıkmadan önce ikilem içinde olan Ayaz Gıylecev duygularını şu şekilde kaleme almıştır: “Acayip bir şey bu insan doğası! ‘Eziyet çektiği hapishaneyi bulup, görüp döneyim!” diye, ne zamandır hazırlanıyorum, günü gelip çattığında aklımda bir şüphe: gitmeli miyim? Delilik değil midir bu? Ne arıyorsun oradan? Ne bulurum diye umut ediyorsun?.. İşkillenmemin nedeni şudur diye düşünüyorum, cehennemden bir kurtulup çıktıktan sonra orada yaşadıklarının tamamını hiç kimseye anlatmıyorsun, orada yaşanan zulmü unutmaya zorluyorsun kendini.” (Gıylecev 1997: 410). Yazar bu duygular içinde başlamış yolculuğuna. 34 yıl aradan sonra uzun bir yolculuğa çıkmak, bu yolculukta acılarla dolu geçmişi ile yüzleşmek üzere trene binmiş Ayaz Gıylecev. Bir zamanlar asker nezaretinde götürüldüğü cehennem azabı çektiği yerlere bu sefer özgürce bilinçli olarak çıkmış yola. Çalışma kamplarına ulaşmak için Kazakistan’ın Karaganda şehrine varmak, oradan da Aktas, Volınka, Karabas’a geçmek gerekiyormuş. Tren Karaganda şehrine yaklaştığında yazarın kalbi çarpmaya başlamış heyecandan: “İçim hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, göğsüm vagonun sarsıntısını geçecek şekilde çarpıyor. Beni mutlu ve mutsuz yapan bu topraklar! Merhaba, Aktas! Merhaba, taş ocakları! Merhaba, Fedorovka, Mihaylovka! Eşsiz hüzünlü, aylı büyülü geceleri ile beni yazar yapan Maykuduk, merhaba! Dondurucu soğuklarda, gece yarısında, başucunda Büyükayı büyük bir soru işareti olarak aydınlattığında, kötü köpeklerini havlatarak beni yutan Karabas, merhaba! Beni tanıyor musunuz?” (Gıylecev 1997: 410). 19 Ağustos 1989 tarihinde Ayaz Gıylecev Karaganda şehrine ayak basmıştır. Yazar şehri şu sözlerle tanımlamıştır: “Zamaneye özgü renksiz, sahipsiz, milliyetsiz ve sevimsiz bir şehirmiş Karaganda.” (Gıylecev 1997: 411). Gıylecev, şehir sakinlerinin oradan buradan para kazanmak için geldiklerinden, milli kimliklerini yitirdiklerinden söz etmiş ve Karaganda şehrini “ortak değerleri olmayan yabancılar” şehri olarak nitelendirmiştir. Karaganda Tren Garı, Aktas çalışma kampı tutukları tarafından yapılmış olduğunu hatırlayan yazarın, yolcular bunu biliyorlar mıdır, sorusu geçmiş aklından…
Ayaz Gıylecev yaklaşık 40 yıl aradan sonra, Kazakistan topraklarına geçmişi ile yüzleşmek üzere geldiğinde hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını fark etmiştir. Yıllar önce yaşanan zulmüm acıların izleri tamamen silinmiş, bölge sakinleri geçmişten habersiz hayatlarını sürdürmektedir. Yazarın ilk gittiği yer bir zamanlar 4000 erkek, 3000 kadının tutuklu bulunduğu Aktas çalışma kampı olmuştur. Aktas çalışma kampında bulunan Tuğla Fabrikası başlangıçta Japon, sonra Alman esirler tarafından inşa edilmiştir. “Tuğla fabrikasında kolay bir iş yoktur” diyen yazar o yılları tekrardan yaşamış ziyareti sırasında. Tutukluluk günleri bir film şeridi gibi geçmiş gözlerinin önünden. Yolda giderken eskiden sağda solda her yerde tel örgülerle çevrili çalışma kamplarının artık olmadığını fark etmiş. Yolun sağ tarafında çalışma kamplarının yerinde yazlıkları görünce aklına ister istemez şu sorular gelmiştir: “Çalışma kamplarını yıkıp yazlık mı yapmışlar? Yoksa isimsizler mezarlığını gizlemek için mi yapmışlar bu yazlıkları? Genç neslin gamsız zatları saygısızlar, dua bekleyen zavallı canların üzerine hayat kurduklarını biliyorlar mı acaba?!” (Gıylecev 1997: 417). Gıylecev fabrikaya ulaştığında çalıştığı Tuğla Fabrikası’nı tanıyamamış: fabrika avlusu çevresine kurulan kuşun bile geçemeyeceği tel duvar, demir kapıdan eser yokmuş. Yazar Tuğla Fabrikası’nın durumunu, “Fabrika varmış, o alçalmış, etrafında balçık, lığ birikintilerinin ortasında hüzünlenip altta kalmış” şeklinde değerlendirmiş.
Yazarın ikinci durağı 1953 yılının Mayıs ayından 1954 yılının 6 Mart tarihine kadar çalıştığı Volınka Taş Ocağı olmuştur. Gıylecev’in 10 aylık ömrünün geçtiği Taş Ocağı’nı araması daha da ilginç olaylara sahne olmuştur. Taş Ocağı’nı ne bilen ne de duyan varmış. Yazar sorduğunda ona deliye bakarmışçasına bakmış insanlar, aklını yitirdiğini sanmışlar. Olmayan hayalet bir yeri arayan insan konumuna gelmiş Ayaz Gıylecev. İnsanlar Volınka Taş Ocağı’nı ne duymuşlar, ne de görmüşler. En son kesin bir şekilde ‘Yok, Volınka Taş Ocağı hiç olmamıştır!’ demişler. Volınka’da sadece domuz çiftliğinin olduğunu söyleyen iki kadın “Orada çalışma kampının olması olanaksız? Karıştırıyorsunuz, vatandaş!” şeklindeki sözleriyle yazarı ikna etmeye çalışmıştır. Kafası karışan yazar, “Nerede bu taş ocağı? Aradan sadece 36 yıl zaman geçmiş, ben taş ocağından 1954 yılının martında ayrıldım. Ben ayrıldığımda pekâlâ çalışıyordu… Unutmuşlar mı? Unutturulmuş mu? Dünyada benim olduğumu fark etmemiş onlar! Yazar – ülkelerin, toprakların, milletlerin Anı bekçisi olduğunun farkına varamamışlar!..” şeklinde uyarısını ve isyanını dile getirmiştir. (Gıylecev 1997: 438). Otobüste giderken “ben orada tutukluydum, bizzat taş ocaklarında kendim çalıştım” diyen yazara bilgiçlik taslayan birisi “Nereden olsun orada çalışma kampı? Saçmalık… Elli yıldır Mihaylovka’da oturuyorum, ne bir çalışma kampı, ne bir hapishaneden haberim var. Öyle bir şey hiç olmamıştır ” demiştir. Otobüsten Volınka Taş Ocağı’nın yerini öğrenemeden inen yazar insanlara sorup soruşturmaya devam etmiştir. Sonunda bir taksici, “Burada çoktan beri taş çıkarmıyorlar. Varın var…” demiş ve Ayaz Gıylecev’i eski taş ocağına götürmüştür. Yolda ilerlerken, yolun sol tarafında kocaman bir Hıristiyan mezarlığını gören yazar taksiciye “Müslüman mezarlığı nerede?” diye sormuş. Taksici, “Hangi Müslüman?” diye soruya soruyla yanıt vermiş. Yazarın, “Kazaklar, Tatarlar da az değil burada, Çeçenler de varmış!” sözlerine karşılık “Hepsi birlikte yatıyorlar, bizde halkları ayırmıyorlar” demiştir. Araba dik yüksek bir tepede durmuş, yazar arabadan inmiş ve karşısındaki manzara karşısında kendi tabiriyle “dilsiz kalmıştır”. Önünde derin bir çukur, derin bir göl görmüştür. Dikkatli baktığında çalıştığı Taş Ocağı’nın gölün dibine gömüldüğünü fark etmiştir. Taş Ocağı’nın yok edilmesinden Gıylecev şöyle söz etmiştir: “Bizim çalıştığımız dönemdeki taş ocağından ne bir sütün, ne bir bina, ne bir anı kalmış, her şey kırılıp dökülmüş, kaybolmuş, gömülmüş, parçalanmış, dağıtılmış, bitmiştir”(Gıylecev 1997: 443). Gölün çevresine yazlıkların yapılmış olması yazarın aklına tekrar “biliyorlar mı?” sorusunu getirmiş: “Allah’ın lanet okuduğu, işbu terkedilmiş cehennem çukurunda binlerce tutuklunun uzun yıllık hasretinin yutulduğunu düşünmüyordur yazlıkçı-yabancılar! Rahatça, umursamadan yaşıyorlardır onlar!” (Gıylecev 1997: 443).
Geçmişinin izlerinden giden yazar Ayaz Gıylecev tüm gezisi boyunca aklında tek bir soru ile dolaşıyor “Biliyorlar mı?”. Çekilen acıları, uygulanan zulmü, akan kan ve gözyaşını, bu yolda kurban giden, hayata veda edenleri, onların mezarlıksız mezarlarını, genel olarak tarihi, yaşananları biliyorlar mı? Tarihi, geçmişi unutmak – milli kimliğini kaybetmek demektir. Onun için tarih unutulmamalı her fırsatta hatırlatılmalıdır. Yazar geçmişi ile yüzleşmeyi, umduğunu ve bulduklarını şöyle özetlemiştir: “Ben ne beklemiştim ki? Ne bulmayı umuyordum? Genel olarak, ne arıyorum ben bu terkedilmiş yolaklardan? Olmuş, geçmiş, geçmiş-bitmiş, kaybolmuş, unutulmuş. Belki de benim kanmayan gönlüm işbu “unutulma” ile razı olmak istemiyor mu?” (Gıylecev 1997: 444). Stalin Dönemi’nde yaşanan zulmü unutturmak isteyenlere inat yaşanmışlıkları kitaplarına taşıyan, romanlar yazan yazarlarımız olmazsa nereden öğrenebilirdik o karanlık günleri. Arkasında hiçbir iz bırakmadan kaybolan Volınka Taş Ocağı gibi o devirde yaşananlar da unutulup giderdi eğer Ayaz Gıylecev ve daha niceleri gibi “anı bekçisi” cesur yazarlarımız olmazsa… Geçmişinin izini süren yazar geçmişte yaşananların acıların ötesinde geçim derdinde olan insanların adeta bir robota dönüştüğünü görüp üzülmüş, acısı katlanmıştır. Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yavancılaşan mankurtlar Ayaz Gıylecev’in üzüntüsüne üzüntü eklemiş. Yazar geçmişine mi, yaşananlara mı yoksa milletin geleceğine mi, niye üzüleceğine şaşırmıştır. Geçmiş kumsaldaki izler gibi yok olmuş, milli kimlik kaybolmuş, kimliksiz insanlarla inşa olacak gelecek ise tam bir muammadır. Geçmişin izlerini silmek, işlenen suçu zulmü ortadan kaldırmaz. Ne yapılırsa yapılsın, zulüm ne kadar gizlenmeye çalışılırsa çalışılsın tarih ve “unutulmaya” razı gelmeyen yazar ve tarihçiler var. Tarih geçmişin unutulmasına izin vermez, vermemelidir.
Stalin Dönemi’nin izlerinin gizlenmek istenmesini muhalif yazar Ayaz Gıylecev örneğinde gördük. Bu dönemde 60 milyon civarında insan Stalin siyasetinin kurbanı olmuştur. 60 milyonun bir kısmı idam edilmiş, bir kısmı hapse atılmış, bir kısmı ise sürgüne gönderilmiştir. Stalin zulmüne duçar olanlarla ilgili arşiv belgeleri bugüne kadar tam olarak açılmamış, ancak belirli bir kısmı açılmıştır. Onun için siyaset kurbanlarının sayısı katbekat fazla olduğu bir gerçektir. 2014 yılında Rusya Hükümeti’nce alınan gizli bir karar gereği, SSCB Dönemi’nde yargılananların arşiv belgeleri yok edilmiştir. Görünen o ki, Stalin Dönemi’nde yaşananları asla tam olarak öğrenemeyeceğiz. Stalin’in uyguladığı zulüm bugün de gizlenmeye, Stalin ise aklanmaya çalışılmaktadır. Stalin’in “büyük siyaset adamı” olarak lanse edildiği, Stalin’e heykellerin dikildiği, “tarihi adaleti tekrar diriltme” bahanesiyle Stalin’in sözlerinin şiar yapıldığı bir ortamda gerçekleri ortaya çıkarmak zor olduğu kadar imkânsızdır…
Kaynakça:
- Gıylecev, Ayaz, Yegez, Ber Doga! (Haydı, Dua Edelim!), Kazan 1997.
- Kurban, Roza, Biz İdil’den, Ural’dan…, s: 90-98, İstanbul 2014.
- Kurban, Roza, Balta Kimin Elinde, Töre Dergisi, Adana, Yıl: 4, Sayı: 44, Aralık 2016, s: 36–39.
- Mostafin, Rafael, Repressiyelengen Tatar Ediplere (Cezalandırılan Tatar Edipleri), s:28–34, Kazan 2009.