“Ahmet Aydınlı’nın aziz hatırasına saygıyla…”
“Bir insanın suçsuz yere 18 – 19 yaşlarında üç idam ve toplam 101 yıl hapis cezası almasına ne dersiniz?
Böylece bir baskı; insanı çıldırtır yada aklını kaybetmesine neden olabilir.
Allah kimseye bu şekilde bir zulüm göstermesin.
Bunlar Türk Dünyası İnsan Hakları savunucusu, ressam ve porselen sanatçısı Bulgaristan Türkü Embiya Çavuş’un “Türk olmak”tan dolayı aldığı cezalardır.
Embiya Çavuş; Bulgaristan’da yaşadığı 57 yıllık ömrünü; Türk olmanın getirdiği cezaların baskısında ve 16 yılı hapishanede olmak üzere geçirmiştir.
“Bilinmeyenlerin öğrenilmesi, unutulanların hatırlanması için hatıralarımı tarihe bırakmak benim için bir görevdi.” diyen Embiya Çavuş; 1946 yılında 45 günlüğüne çalışma kampına gönderilmesi ile başlayan mahrumiyet ve mahkumiyet hayatının; Varna’da 1 yıl boyunca işkencelerle sürdüğünü, Tito ve Georgi Dimitrov’a suikast girişiminde bulunmaktan ayrı ayrı 3 kez ölüm cezasına çarptırıldığını, 4 yıl prangaya vurulduğunu, 1946 – 1956 yılları arasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile 110 bin kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiği Belene kampında yaşadıklarını “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitapta anlatıyor.
Evet yanlış duymadınız. Belene zindanlarında öldürülenlerin hesabı tutulmuyordu. Bulgar tarihçi Vasil Lilov Kazanski bu durumu “Ölüm Kampı Belene” adlı kitabında “Dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek” emri gereği 110 bin kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiğini anlatıyor.
Komünistler yılan, çıyan dolu bataklık bir ada olan Belene’ye muhaliflerini ve Türkleri sürüp orada yok ediyorlardı. Açlık, çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanları ceset arabasına koyup domuzlara yedirdiler. Buz kütleli sular Belene’ye basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu. Bu sefer ölenler Tuna nehrine atılmaya başlandı.
İşte Embiya Çavuş, Bulgaristan’da gidenin geri gelmediği Belene Cehenneminden kurtulup gelen ve Türk olmaktan dolayı yaşadığı zulmü unutmayan ve de unutturmamaya çalışan 85 yaşında genç bir insan hakları savunucusu.
Ancak özellikle bütün insan haklarının savunucusu olmakla birlikte yeryüzünün en mazlum ve mağdur milleti olan Türklerin, insan olmaktan dolayı doğuştan var olan haklarını arıyor.
Onu şahsen tanıyordum ama ilk karşılaşmamız birkaç ay önce 1989 yılında gerçekleşen son dalga Bulgaristan’dan zorunlu göçün 20. yılı törenlerinde Galatasaray Lisesi önünden Taksim Cumhuriyet Meydanındaki Atatürk Heykeline yapılan yürüyüşte oldu.
İzmir’den kalkıp İstanbul’a sırf bu törenler için gelmişti. İhtiyar delikanlı Embiya Çavuş yürüyüşte sert ve diri adımlar atarken sanki, Bulgaristan başta olmak üzere Türk Dünyasında zulme uğrayan her Türk için çelikten bir irade sergiliyordu.
Embiya Amca’nın ortaya koyduğu mücadele için şapka çıkarmamak, onu takdir etmemek ve bir Türk olarak minnet duymamak imkansız bir şey.
Embiya Çavuş’un, Bulgaristan’da yaşadığı dönemde başına gelenlerin tek nedeni: “Türk Olmak”. Yoksa başka bir suçu yok. Maalesef en son Doğu Türkistan’da gördüğümüz gibi Türk Dünyasının yüzyıllardır yaşadığı en büyük dram “Türk olmak” ve bunda ısrarla direnmek.
Türk olmaktan vazgeçsek her türlü sorun ortadan kalkacakmış gibi görünüyorsa da durum hiç de öyle değil.
Örneğin Yunanlılar halen Karamanlı Ortodoks Türklere, Türk muamelesi yapıyor.
Embiya Çavuş’un hatıralarında öğreniyoruz ki; 1944 yılından önce Bulgaristan’da 2 milyondan fazla Türk yaşıyormuş yani iki kişiden biri Türk. Belki daha fazlası var ama eksiği yok.
Ancak Bulgarların “Atalarımızın, 500 yıllık intikamını sizden alacağız; ya bu ülkeden gidin ya da geberin!” anlayışı, Bulgaristan Türklerinin her nesilde budanarak göç ile hayata geçti.
Embiya Çavuş, psikolojisi darma duman olmuş bir büyükannenin her sabah “yavrum, dışarıya yalnız çıkma! gâvurlar Türk çocuklarını çalıp öldürüyorlar” telkini ile büyüdü. Bu olay bile Bulgaristan Türklüğünün var olma çilesinin insanı kahreden bariz bir delilidir.
En iyisi siz Embiya Çavuş’un Bilgeoğuz Yayınlarından çıkan “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitabını alın okuyun.
Eminim hüzünlü bir tebessüm dudaklarınıza yansıyacak ve belki de gönlünüz ile vicdanınız kanayacak. Ama kitabı alıp okumak ve halen “ben Türküm” diye direnen Bulgaristan Türklüğünü anlamak lazım.
Kitabın çıktığını duyar duymaz yağmur altında sırılsıklam olmayı gözönüne alarak akşam karanlığında Cağaloğlu yokuşunu tırmanıp Bilgeoğuz Yayınları’na gittiğimde orada yayınevi sahibi Oğuzcan Cengiz’le tanıştım. Bu kitabı neden bastınız diye sorduğumda, onun cevabı tek cümleden ibaret net bir ifade oldu: “Embiya Çavuş’un Türklük için 16 yıl hapiste kalması bizim bu kitabı basmamız için yeter sebebtir”. Evet! Sadece bu sebeb sizin kitabı okumanız için yeterde artar.
Eğer katilliği konusunda tereddüt olmayan Ağca’ya veya Hrant Dink’in katli için gösterilen medya ve toplum duyarlılığı kadar Türk milletinin uğradığı soykırım ve zulümlere aynı ilgiyi gösterebilsek şüphesiz bir takım meseleleri çözme yolunda emin adımlarla ilerleyeceğiz.
İlginç bir durum ama yeryüzünde kendi başına gelenleri bu kadar konuşamayan ve içine atan aynı zamanda lider vasıflara haiz ikinci bir millet daha yok.
Bu sebeple toplum olarak geldiğimiz nokta itibarıyla; Embiya Amcayla Bulgaristan’da Türk olmayı konuşabilsek bile artık Türkiye’de Türk olmayı nasıl konuşacağız, işte burası benimde bilemediğim bir nokta.
“Atalarımın toprağını bekleyebilmek isterdim” diyor Embiya Çavuş, bekleyeceğiz be Embiya amca, ölmedik ya biz …”
Bu yazı da yıllar önce yazılmıştı. Adı Embiya olmuş, Ahmet olmuş, Hüseyin olmuş hiçbir şey fark etmiyor. Türk ya!