Batı, dinin siyasete karışmasını uzun ortaçağlar tecrübesinden sonra başarabildi. Zorlu bir süreçtir. Bizde Ruhban Sınıfı olmamasına rağmen din adamlarının rolleri benzemiştir.
Tasavvuf tarafında durum farklıdır. Çünkü tasavvuf, yaradılışı din üzerinden yorumlarken dayatmaz, yaftalamaz, suçlamaz. Türk’ün karakteri tasavvufta kendisini bulur. Yılmaz Öztuna üstadımız “Osmanlı tarihinden tasavvufu çekerseniz, o büyük başarıların ardındaki ruh çekilir.“ meâlinde sözler ederdi. Osmanlı sisteminde son devre kadar tarikatların siyasete karışması düşünülemezdi. Yılmaz Öztuna bu konuda da şu formülü tekrarlardı: “Osmanlı saltanatı tekke ve zaviyeleri yürütenlere der ki, ‘Ben dünya sultanıyım, sen gönül sultanısın.'” Bu çerçevede kalmak kaydıyle ve belli kontrol mekanizmalarıyla faaliyet gösterirlerdi. Babai isyanlarından, Selçuklu tecrübesinden sonra kurulan Osmanlı, tekkeler için böyle bir tedbir geliştirmiş ve güçlü dönemlerinde titizlikle uygulamıştı.
Ne çare, o güzelim insan yetiştirme merkezleri de medrese etkisi ve başka sebeplerle bozuldu. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından yıllar önce bozulmuştu. Konumuzun bir tarafında bu bozulma da var. Fakat asıl mesele yaygın eğitim-öğretimde, sisteme hâkim olan yapıdadır. Bunun için medrese sistemine ve sonuçlarına bakmak lazım. Kısadan söyleyelim: “Medreselilerden çok çektik“. Bu türden din ulemamız, Rabbânî‘den Kadızâdeliler‘e, devamları Birgivî‘den Vânî Mehmed Efendi‘ye kadar devleti çok uğraştırdılar. Kudretli zamanlarımızda da devlete nüfuz ederek canımızı yaktılar. İslam Ansiklopedisi’nden sadece Kadızâdeliler maddesini okuyan bile bunu görür ve bugün olanları da anlamaya yaklaşır.
Hatırlayalım
Son iki asır içinde devletimiz her bakımdan zayıfladı. Makam mevki hırsı galip gelen din adamlarının etkileri arttı ve başımıza açtıkları belâlarla boğuştuk. Düşmanla baş etmekten çetindi. Din her zaman yüze tutamak edilen bahaneydi. Şimdi olduğu gibi, gayeleri her zaman dünya saltanatıydı. Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet, bu yaşananlardan sonra işi sıkı tutmak istedi. Atatürk‘ün din ve devlet işlerini birbirinden keskin çizgilerle ayırmak istemesi bu “devlet aklı“nın sonucudur. Bunları bilecek ve konuşacağız.
Bugünden farkı belirtmek için bir hususu bilmemiz lazım: Din simsarları Osmanlı’dan beri devlette hiçbir zaman tam hâkim olamamışlardı. Çünkü Osmanlı Hanedanı ve kurucu irade bu selefi anlayışlara hiçbir zaman yakın olmadı. Gelişen dünya şartlarına uzak din görüşünde değillerdi. Şimdi yaşadığımız, devletin tepesindekilerin bu anlayışta veya bunlara teslim olmasıdır. Bu hususa özellikle dikkat gerek: İhvan ve sair selefi anlayışlarla hayatımızı saran zihniyet bizde merkez fikir olamazdı. Yani, Türk toplum ve idarelerinin yabancı olmasa da bütünüyle yakınlaşmadığı, sıkça çatıştığı ve daima mücadele ettiği, başkalaşmış bir din yorumu karşısında olduğumuz açıktır. Dolayısıyla bu hâlin sürmeyeceği de bir tarih ve millet gerçeğidir.
İmam odur
Tarihe bakmak bu hâle nasıl düştüğümüzü görmek için gerekli. Son günlerin Ayasofya tartışmaları üzerine Klasik Osmanlı Dönemi’nin imam özelliklerini hatırlarsak dediklerim daha net düşünülür. Yeni harflerle de basılan Kanuni ve Fatih Vakfiyeleri‘nde görevlilerde aranan özellikleri okuyan başka bir toplumdan bahsediyor zanneder. Uygulandığına dair kayıtları görünce şaşkınlığı büsbütün artar. Kanuni‘nin Süleymaniye Vakfiyesi‘ndeki görevli tariflerinin her biri için böyledir. İmamları şöyle tarif ediyor: “İki İmam; şerefi, temsil kudreti ve kültürüyle bilinen(nebih), yaşama pratiğini, değerlerini, hayata dair ölçüleri bilen, hak gözeten (fakih), dinin emirlerine sımsıkı bağlı, konulmuş usul ve ilkelere göre (şeriat) amel eden, Hâfız, sesi güzel, Kur’ân’ı düzgün ve güzel okuma kurallarını(tecvid) ve namazla ilgili meseleleri iyi bilen, zerâfet ve nezâket ehli kimseler..”
Nebih, fakih ve tecvid kelimelerini açarak vermek dışında Vakfiye‘den sadeleştirerek aktardım. Fatih Altaylı ve başka köşe yazarlarının verdiği, “kendisi yakışıklı ve eşi güzel olacak, lisan bilecek“ gibi hususlar Vakfiye‘de yoktur. Ancak onlar da yanlış değildir. Çünkü çok yaygın rivayetlerdir. Ciddi yayınlara geçmesi, öteden beri anlatılması ve aktarılması belirtilenlere eklenen vasıflar olduğunu düşündürür.
Bu metinde geçen “zerâfet ve nezâket ehli“ ibaresi önemlidir. Bu iki kelime bütün bir hayatı idare eden düşünüş, söyleyiş, tavır alış ve davranışları ifade eder. İncelmiş bir insan tipini ve yaşama anlayışını gösterir. Bugün, imamları geçtik, din alanında temsil görevi üstlenenler arasında nezaketi ve zarafetiyle öne çıkan kişiler varsa da enderdir. Nadir demiyorum, enderdir. Son yıllarda önemli yerlerde görev verilenler arasında bulunmadığını her gün bir vesileyle görmek talihsizliğini yaşıyoruz. Din dilinde ve hâlinde kabalık hâkimdir. On aydır, Osmanlı’nın camiler hiyerarşisinde birinci sıraya koyduğu Ayasofya sahnesinde yaşananlar aynadır. En hafif ifadeyle bu kabalığın hakarete çevrilen, hakikati baltalayan ileri bir örneğidir.