Dün Riyad’daki toplantıdan (Hotel İntercontinental) söz açmış ve uluslar arası camianın ‘Esed’siz bir Suriye projeksiyonu’ndan tümüyle vazgeçtiğini, Türkiye’yi böylece yalnız bıraktıklarını ve hatta muhalifleri Esed’li bir geçiş için ikna toplantılarına başladıklarını ifade etmiştik.
Doğduğumdan beridir Suriye aleyhineyim. Eskiden de, son zamanlarda da… Esed ile hiç denize gitmedim.
Ama memleket için de kendi kinimi din yapmam…
Zaten Nurettin Topçu’nun dediği gibi: “Kin ile din bir arada asla duramaz”…
“Doğduğumdan beridir aşığım istiklale…
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale…”
Der ya sevgili Akif’imiz…
Bu bakımdan Suriye gibi, Irak gibi eski Osmanlı toprağı üzerinde yalandan iktidarlarını Batı mahreçli olarak kuranların bizimle bir ünsiyeti olamaz.
Hani Muhsin Başkan demişti ya:
“Türkiye İran olamaz. Fakat Türkiye’nin Suriye yapılmasına da biz müsaade etmeyiz.”
Bu bilinçli ve köklü bir maziden ilham alan sağlam bir mayanın diplomasi diliydi. Diplomasi ama ardında derin bir dava kararlılığı olan bir dil…
Türkiye’ninİran olması kabil değil elbette.
Neden? En azından sosyolojik yapısı buna müsaade etmez. Molla rejimi yok Türkiye’de. Olması da imkânsız…
Fakat Türkiye elbette ki Suriye olamazdı.
Yani bir azınlık bütün bir millete tahakküm kuramazdı.
Bunu üstelik darbe heveslilerine haykırmıştı rahmetli…
***
Bugün gelinen noktada İran ile Suriye’nin artık örtülü bir işbirliği içinde olmadığı açıktan İran’ın ne pahasına olursa olsun Esed’in yanında yer aldığı gün gibi ortada…
Rusya zaten Suriye’yi üssü biliyor ve Kırım gibi değil ondan daha kuvvetli bir kararlılıkla bırakmak istemiyor.
Türkiye Suriye ile baş başa mı? Yani baş başa kalabildiği oturumlar gerçekleştirebildi mi? Salt birbirlerinin çıkarları ve sosyo/kültürel yapıları itibariyle sorunlarını karşılıklı teati edebildi mi?
Böyle fırsatlar doğmadı değil.
Ama o zaman başkalarının inisiyatifleri gözlendiği ve kendi kararlılığımızı inşa edemediğimiz için edilgen diplomasimiz ve iç politika manevralarımız en kıymetli değer olan zamanın boşa geçirilmesine sebep oldu.
Bugün istesek de zamanında gerçekleştiremediğimiz inisiyatif geliştirmeleri ve doğrudan Suriye ile müzakereleri yahut doğrudan Suriye üzerine kuvvet ve sevgi çelenkli yaptırımlarımıza hayatiyet bulacağımız kararlılığı gösteremeyiz.
Geçti Bor’un pazarı…
Biz yirmi yıl önce yazdık Türkiye Ortadoğu Su Barışı’nı tesis etmelidir. Bir Ortadoğu Gümrük Birliği ardından bir Ortadoğu Birliği kurmalıdır diye… (LütfüŞehsuvaroğlu, Türkiye Ortadoğu Su Politikaları Su Barışı, Gümüşmotif Yayınları, İstanbul 1997)
İşte ne kadar önemli olduğu ortaya çıktı…
Şimdi İran düşman…
Suriye düşman…
Irak işte bakınız o kadar iyilik jestlerimize karşılık eğitici birkaç bin askerimizi istemiyor.
Irak’ın toprak bütünlüğünü bizden daha kuvvetli savunan var mı? Irak’ın toprak bütünlüğü hatta Suriye’nin toprak bütünlüğü bir açıdan Türkiye’nin güvenliği ve toprak bütünlüğü demek değil mi?
Bütün komşularımız düşman…
İran, Irak, Suriye, Yunanistan, Ermenistan, bir ara Azerbaycan’ı da küstürmüştük… Aşağıda Ürdün, daha aşağıda Mısır, bütün Afrika ve daha geniş dairede bütün Batı, bunlar yetmiyormuş gibi şimdi Rusya, Rusya’nın eski dostları… Dahası Çin, filan da gelirse arkadan şaşmayın…
Eskidende böyle bir psikoloji vardı hani…
‘Bütün dünya bize düşman’ dı ve “dünya Türk olsun” gibi sloganlara sarılanlar…
Şimdi öyle olduk…
Öyle olduk ama ocağı da kapatmışız…
Ne olacak şimdi?
Böyle sloganik dış politikaların yürütülebilmesi için bindirilmiş kıtalar gerekli…
Ocağı kapatırsanız kim bağıracak, kim ok atacak, kim yay gerecek?
Bazı gazeteciler gibi “ben yazdıydım” cılar safında olmak istemem.
Daha doğrusu benim yazdıklarım öyle günü birlik gazete köşelerinden ibaret tahminler,varsayımlardan ibaret değil…
Ortadoğu kalemi Sezai Karakoç’un izini de mi süremediniz? Biz o izi sürdüğümüz için Ortadoğu Birliği öngördük ve kitabını yazdık. Avrupa Birliği’ni araştırdık. Doktora tezimiz de o minvalde. Türkiye’nin ilk Avrupa Topluluğu uzmanlarından olmak boşuna değil… Üç asırdır nasıl bir birlik öngördükleri ve Demir Çelik Birliği filan gibi tecrübelerden ve iki büyük dünya savaşından sonra nasıl bir uluslar üstü sistemi adım adım öngörüp uyguladıkları, sonra da Topluluktan Birliğe nasıl evrildikleri malumumuz. Bizim de böyle üst birlik inşa etme yetimiz ve yeteneğimiz var elbette. Tarihe bakın onlarcasını görürsünüz beş binyıl içinde…
Asrın idrakine söyletmeli şimdi…
Yakın tarihimizde de var bu minvalde tecrübelerimiz…
Bağdat Paktı, Balkan Paktı ve Karadeniz İşbirliği…
Belki Avrasya heyecanı…
Avrupa Birliği süreci…
Fakat Irak ile Suriye üzerine ABD henüz Irak’a müdahale etmeden yazdıklarımızı lütfen okuyunuz. O zaman tekliflerimiz yerine getirilseydi ne Irak bugünkü Irak’tı, nede Suriye…
Elbetteki Türkiye de bugünkü tıkanmışlığı ve çaresizliği, yalnızlığı içinde debelenmeyecekti…
12 Eylül’e giderken o parlamento seçim kararı alabilseydi belki de darbeyi açığa düşürecekti sivil inisiyatif…
Kötü müydü?
İnatlaşmanın âlemi var mıydı?
Bence 7 Haziran’da millet koalisyon öngördü ve Dışişleri’nin CHP’ye verileceği-böylece Esad ile başkalarının temasından önce temas kurulabileceği, ne bileyim mesela ekonomiden sorumlu bakanın İlhan Kesici olacağı, tarafların birbirini anlayacağı, empati yapabileceği ve Türkiye’nin sosyal psikolojisini pek de rahatlatacağı bir süreç inşa edilecekti. Siyaset kendi kendini rehabilite ettiğinden dış müdahaleler ve uluslararası camianın ve ‘global statüko’ nun üzerimizdeki tezgahları da boşa çıkarılmış olacaktı. Bu tezgâhlar öyle iç darbelere de benzemez maazallah…
Kıyamet mi kopardı olsaydı?
Kıyamet kopmadan kendi ön tedbirlerimizle pivot ülke olmaktan hedef ülke olmaya doğru adım adım ilerleyişimiz geciktirilebilirdi.
Fakat 1 Kasım geldi ve içerde herkes mutlu oldu…
Devlet Bahçeli de…
Diğer muhalifler de…
Oh ne ala memleket…
Artık savaşı beklemeliyiz ve milli şuuru ayağa kaldırmalıyız.
Moskof düşmanlığı bize de pek yakışır hani…