Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu
Dr. Lütfü Şahsuvaroğlu

Türk Milliyetçiliğinde Yeni Ufuklar 1:

1911 ve 2011… Geçen yüzyıl içinde Türk Milliyetçiliği fikriyatı önemli badireler atlattı, sayısız imtihandan geçti, birkaç kurucu irade yakaladı; bunların bazısı muvaffakiyet kazandı, bazısı kazanamadı.
Türk tarih felsefesi açısından bütün Türklük tarihini inceleyecek olursak Ziya Gökalp’ın Oğuzculuk, Türkiyecilik ve Turancılık üçlemesinin ve bittabi ki stratejisinin en az bin yılı aşkın genetik ve sosyolojik kodları bulunmaktadır.
Bir Moğol hükümdarı olarak anılan ve büyük bir birliği, onlarca kavim ve topluluğu yönetim kabiliyeti ortaya koyan*(Batı idare sanatı Cengiz Han’dan onun yönetim anlayışından, becerisinden çok yararlanmıştır. Bu doğu hükümdarı genelde doğunun tek siyasi liderle ve merkezi yönetimle ayakta kalabileceğinin ispatlayıcısıdır. Batı’nın federatif, bölünük yapısı onun karakteri ve belki de büyük birliğinin gerekçesi ise; tersine doğuda merkezileşme, doğu halklarının biraradalığının, güçlü olabilmenin, devlet tecrübesinin kanıtıdır.) Cengiz Han bile iktidarını ancak Oğuz’a dayandırarak pekiştirebiliyordu. Ana tarafından Oğuz olduğunu ileri süren Cengiz Han’ın bu iddiası, çağında bir devlet olabilme formülünün ipuçlarını veriyor bize.
Oğuzlar Milat’tan önceki asırlarda da bütün Turan için yönetici iradenin adını teşkil ediyorlardı. Üç Oğuz coğrafyası vardı İslam’la karşılaşmadan önce ve karşılaştıkları anda. Türgişler veya Türkeşler batı Oğuzlardı ve Buhara Semerkand gibi sonradan İslam felsefesinin başşehirlerinden olan iki şehrin de bulunduğu iki derya arasındaki merkezî coğrafyayı vatanlaştırmışlardı. Kalmuklar diğer iki derya arasında idi, orta Oğuzları teşkil ediyorlardı. Harezm başşehirleri… Doğuda Tokuzuzlar veya Dokuz Oğuzlar… Çin’e dayanan ve hatta onu zaman zaman yöneten Hind ve Çin medeniyetlerine karşı istiklallerini yaşatabilmiş arka bahçe…
Ardından kolay olmayan İslamlaşma süreci başladı ve ilk dönem Araplar ile bütün Turan kavimleri arasında kan dökücü savaşlar olsa da sonunda başta el Cahiz’in 9. Asırda yazdığı Türklerin Faziletleri kitabı paralelinde karşılıklı sempati geliştirme faaliyetleri dünya tarihini değiştirdi (El Cahiz, Türklerin Faziletleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, Ankara 1967).
Artık eski karakterlerine ve inançlarına çok uygun buldukları İslam’ın gaza kültürünü içselleştirip hilafetin başta kölesi ve askerleri olan Türkler, kendilerini halife olmaya götüren devlet, medeniyet ve kültür ağını tesis etmeğe başladılar.
Farabi, İbn Rüşd, Kaşgarlı Mahmud, Yusuf Has Hacip, Edip Ahmed, Yesevi ve daha niceleri Horasan’ı Türkistan ve Anadolu’ya ilmik ilmik işlediler. Anadolu dirilişi ise büyük yıkımın peşi sıra gerçekleşti. Hemen başlayan Haçlı Seferleri, sonrasında Timur istilası yine de büyük projenin yeni kavramsal inşanın tesisini erteleyemedi. Geçmiş bütün tecrübelerden ders alındı ve cihan imparatorluğu gerçekleşti. Büyük bölünüklükten büyük bir birlik doğdu. Türkçe dünya dili oldu. Türk İslam’la aynı oldu. Bu kavramsal inşa önceki kavramsal inşanın izlerini sürdü. Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş ve diğerleri…
Osmanlı organik ve küresel hayatını idame ettirirken, Viyana’dan sonraki kendi ve çevresi ile ilgili yeni yorumlara ulaşamadı. Geç kalışın, idrak gecikmesinin ceremesi ağır oldu. Fakat Mehmet Genç’in dediği gibi devlet müthiş bir kayıt devleti idi ve çöküşü yükselişinden muhteşem oldu. Kendisiyle beraber bütün imparatorluklar çağını kapattı.
1911’de tıpkı önceki üç diriliş arifesinde olduğu gibi büyük kayıplar verdiğimiz yılların ortasıdır. Balkanları kaybettik. Viyana’dan beri püskürtüldüğümüz Batı’dan tamamen koparılma misyonuna çarpıldık. Balkanları kaybeden ve artık Avrupa emperyal mirasını koruyamayan Türkiye, son bir hamleyle Turan’a haklı bir yönelme içine girdi. “Veyl mağluplara!..” İttihat Terakki başarsaydı, Türk Ocakları bu yeni emperyal çerçevenin içini doldursaydı ve Ruslar yenilseydi batıda kaybettiğimizi doğuda yeniden tesis edecek, belki de Komünizmin yerine bizim küresel tecrübemiz yani İslam’ın yeni ve evrensel açılımı yenilenmiş olacaktı.
Olmadı.
Buradan İslam’ın 700 yıla şamil gaza kültüründen biraz inhiraf etmenin, sürekli şehitler veren ailelerin sadece ailelerini koruma içgüdüsüne kapılmalarının anlaşılır bir tarafı vardır.
Dünya yüzünde hiçbir millet Türkler kadar dağınık, bölünük ve acı çekmiş değillerdir.  
 
Kısaca Türk tarihi içinde üç ana devrede milliyetçiliğimizin diriliş ve gerileme periyodu vardır.
Batılı anlamda milliyetçilik yani Fransız devriminden sonra ortaya çıkan literatüre dahil olan milliyetçilik perspektifinden bakıldığında ise Tanzimat’tan Cumhuriyet’in kuruluşuna kadar olan devredeki üç tarzı siyaseti de, bunlardan biri olan Türkçülüğün kendi içindeki üç tarzı siyasetini de birinci dalga olarak değerlendirmemiz gerekmektedir.
Bu dalga çok kısa zamanda çok renkli ve çok iklimlere uzanan, vatan kavramından sosyolojik millet kavramına kadar farklı tezleri iç içe geliştirdi.
Sadece Ziya Gökalp’ın o kısa hayatında bile üç tarzı siyasetin yani Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülüklerin izdüşümlerini, bağlılıklarını görebiliriz.
Sonrasında ise Gökalp Turancılık -ki bunun da üç versiyonu var; Oğuzculuk, Türkiyecilik, Turancılık- görüşlerini geliştirmeye gayret etti.
İkinci dalga Anadoluculuk ve Kemalizm olarak gelişen Cumhuriyet yıllarıdır. Artık emperyal sorumluluktan çok çekmiş millet evlatları realist ve Anadolu sınırları içindekini korumaya ve kollamaya adandılar. Bir nevi içe kapandılar. Ama bu kaçınılmazdı. Gerekçesi aynı olan fakat buldukları formüller bakımından ayrılan bu iki Anadolucu – Türkiyeci politika yine de derununda emperyal mirastan izler ve heyecanlar taşıyordu.
Birinci dalga Türk Ocaklarının açılması, Ziya Gökalp ile öncesi ve sonrası ise ikinci dalga 1944 olaylarını da içine alan o kuşağın milliyetçilikleridir. Milliyetçiler Derneği, Tabutluklar, Bozkurt, Ötüken, Ağaç, Büyük Doğu ve daha nice dergiler ve edebiyat mahfilleri… Bu ikinci dalga, 60 İhtilali’ne ulaşıldığında siyasi örgütlenme ihtiyacını da şekillendirmeğe başladı. 70’li yıllar ikinci dalganın mücadele ortamının en keskin atmosferini hatırlatıyor.
Bugün ikinci dalganın tesiri halen sürüyor.
Bir üçüncü dalga var mı?
Türk milliyetçiliği üçüncü bir dalganın karın ağrılarını çekiyor.
Eğer milliyetçiler günün hastalıklarından, mikroplarından, kendi kendine virüs yaratma, kendi kendini yeme alışkanlıklarından kurtulur ve bağışıklık sistemlerini güçlendirirlerse yeni bir çekirdek ve evrensel çatısı da olan bir kuşatıcılığa, yeniden dirilişçiliğe kavuşabilirler.
Üçüncü dalganın alt yapısını, gerekçelerini, doğuş sancılarını, program, plan ve stratejilerini, mayasını ve dahi çekirdek ve çatı teorisini açıklamazdan evvel Türk milliyetçiliği fikriyatının girizgâhını yani bir çerçeve turunu yapmamız lazım. Bu bağlamda vatan, millet ve Sakarya kavramının irdelenmesinde yarar var.
 
Vatan Millet Sakarya
 
 

Vatan Telakkileri ve Dayandığı Temeller  
 
“Vatan Millet Sakarya” bugünkü genç kuşakların gündeminde olmayan bir deyim. Bu üç kelimenin nasıl olup da deyim haline geldiğini bile sanırım birçok genç anlamamıştır. Vatanseverlik ve milliyetçiliğin Türkiye’nin gündemine müessir olduğu zaman, kimi mahfillerde bu hasletlerin düşmanlığı da depreşiyordu. Özellikle Türk solu ve kozmopolitanizm denilebilecek akımların etkilediği gençlik kesimlerinde vatanseverlik ve milliyetçiliğe yönelik düşmanlık “vatan millet Sakarya” söylemiyle ortaya konurdu.
 
Bugün vatan ve milliyetçilik telakkileri üzerine gazetelerde çok çeşitli spekülasyonlar yapılırken bu mesel nedense artık çokça kullanılır bir mesel olmaktan çıkmış gözüküyor. Bunda vatan ve millet üzerine müdafilerinden çaplı görüşlerin sergilenmemiş ve aktüaliteye müessir olamamışlıklarının etkisi vardır. Vatan ve millet söylemi eskisi kadar tesir icra edememiştir ki, ona karşı olanların başvurdukları ironi de eskisi kadar yıpratıcı olsun. Her ne kadar milliyetçiliğe AİDS muamelesini layık gören kimi yazarlar çıkmış olsa da, küreselleşmenin karşısında milliyetçi duruşların zavallılığı, milliyetçi ve vatansever bilinen muhitlerde bile küresel söylemlerin moda olarak yayılması bu yeni muamelenin muhatabını muallâkta bırakmıştır.
 
Vatan’ın bağrına düşman dayamış hançerini
Yoğ imiş kurtaracak baht-ı kara maderini
 
Sineyi mahzen-i şavk eyledi Sevda-yı vatan
Çeşm-i bigâne-i hab etdi temaşa-yı vatan
Kalmadı kargeh-i dilde meta’-ı arâm
Oldu garetzede-i pençe-i yağmayı vatan
Dar-ı gurbetde garib andığı demde vatanı
Dil ciğer canları canlar teni ten pireheni.
Nabi’nin Hicaz Seyahatnamesi’nde yer alan şirinde olduğu memleket yani doğduğu veya yetiştiği köy ya da şehir manasına gelen vatan kavramı Namık Kemal’de bir milletin vatanı patriot anlamına erişti. Artık vatan, sadece sıla özlemini ifade eden bir kavram değil bütün bir milletin bağımsızlığının remzi, milletin yaşadığı coğrafya ve o coğrafyaya yüklediği deruni anlamdı. Kültür, medeniyet ve milliyet unsurlarının mütemmimi bu kavram artık üzerinde yaşanılan toprağa atfedilen ruhtu.
 
Git vatan! Ka’be’de siyaha bürün
Bir kolun Ravza-i Nebi’ye uzat!
Birini Kerbela’da Meşhed’e at!
Kâinata o hey’etinle görün
O temaşaya Hak da âşık olur
Göze bir alem eyliyor izhar
Ki cihandan büyük letafeti var
O letafet olunsa ger inkâr
Mezhebimce demek muvafık olur;
Aç vatan! Göğsünü ilahına aç!
Şühedanı çıkar da ortaya saç!…
 
Vatan Türküsü’nde ise vatan anadır.
Cümlemizin validemizdir vatan
Herkesi lütfuyla odur besleyen
Bastı adu göğsüne biz sağ iken
Arş yiğitler vatan imdadına
 
Vatanın şanı ancak bilad ve ibadın hıfzı ile olur. Beldeler, şehirler, bütün vatan toprağı imar edilerek, onun uğruna adanmışlıkla ancak vatanın şanı yükselir. Vatanın şanı yahut beldelerin imarı ve ona adanmışlık bugün artık süngünün ucundadır. Bağımsızlık her şeyin önündedir. Bu yüzden vatan şairi aynı zamanda hürriyetin de şairidir. Vatan için ölmek, onu imar etmek ve hürriyet için savaşmak aynı şeyler olduğundan vatanın bağrına düşman dayamışsa eğer, yapılacak ilk iş süngüyü kuşanmaktır.
 
Şan-ı vatan hıfz-ı bilad u ibad
Etmededir süngünüze istinad
Milleti eyler misiniz na-murad
Arş yiğitler vatan imdadına
 
Yare nişandır tenine erlerin
Mevt ise son rütbesidir askerin
Altı da bir üstü de birdir yerin
Arş yiğitler vatan imdadına
 
Vatan ve millet telakkisi birbirine paraleldir. Vatanın sınırları millet tarifinde, yaşadığı coğrafyada hayat bulur. Bu yüzden Kemal’de vatan bir eli Kâbe’ye, bir eli Meşhed’e kadar uzanan dar’ül İslamdır. Öyle ki Osmanlı coğrafyası vatan kavramına Osmanlı milleti ile birlikte dayanak olmalıdır. Bu yüzden Namık Kemal Osmanlılarız diye tarif ettiği ve vatanseverliğin mihenk taşı yaptığı millet kavramını da devrinin ruhunu kavramış bir aydın olarak doğru bir stratejik çizgiye kavuşturmak gayesindedir.
 
Âmâlimiz efkârımız ikbâl-i vatandır
Serhattimize kal’a bizim hak-ı bedendir
Osmanlılarız ziynetimiz kanlı kefendir
Gavgada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nam alırız biz
 
Kan ile kılıçtır görünen bayrağımızda
Can korkusu gelmez ovamızda dağımızda
Her guşede bir şir yatar toprağımızda
Gavgada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz nam alırız biz
 
 
 
Vücudun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandır
Ne gam pâh-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten
 
Vücudun mayası vatan toprağıdır; bu vücut acılar ve sıkıntılar içinde vatan uğruna toprak olsa bile ne gamdır.
 
Sen oldun cevrine ey dilşiken mahzun ben mahzun
Felek gülsün sevinsin şimdi sen mahzun ben mahzun
Ölürsem görmeden millette ümmid ettiğim feyzi
Yazılsın seng-i kabrimde vatan mahzun ben mahzun
 
Millette beklenen feyz yeşerecektir ki, vatan mahzun olmasın. Milletin istikbale bakışı ile vatanın geleceğe aynı akıbete kapı açar. Vatansever de öyle bir adamdır ki, vatan mahzun olunca onun mahzun olmaması düşünülemez. Ama vatan müdafii aynı zamanda beklenen akıbetin çatması durumunda buna tahammül edecek biri değildir. Gerekirse kürre-i arz patlatılacak ve oradan yeni bir hayatın doğmasına fırsat verilecektir. Vatan ve vatansever zulüm altında yaşayamaz; her ikisi için hürriyet vazgeçilmez haslettir.
 
Vatan olsa ne rütbe bi perva
Yine bünyad-ı zulmü biz yıkarız
Merkez-i hâke atsalar da bizi
Kürre-i arzı patlatır çıkarız.
 
Bu vatan şairi nefesi, sesi o kadar vatan ve hürriyet kavramlarının Osmanlı Türk toplumunda yer tutması için uğraş verdi ki, kendi sanatını ihmal etti. Gerek eski edebiyatı çok iyi bilen ve gerekse yeni edebiyatı inşa eden Namık Kemal, pür sanatta yükselmesini ve gelecek için aşılamaz bir isim haline gelmeyi elbette gerçekleştirebilirdi.
“Vatanseverlik Kemal’in sanatına hâl için bir kuvvet, âti için bir zaaf oldu. Vatanı için sanatı düşünmeyişi karşısında hâl onu çok sevdi, fakat âti yalnız sanatı düşüneceği için onu daha az sanatkâr görüyor. Bunu Hamid’e yazdığı bir mektupta kendi de itiraf etmektedir:
“Ben edebiyat için tasavvur ettiğim ulviyeti bin türlü hissiyat ile karıştırdım” diyen Kemal, vatanın menfaati, milletin hayrı, teceddüdün selâmeti uğrunda bile sanat fedailiği yapmıştır. (İ. Habip Sevük, Tanzimat’tan Beri Edebiyat Tarihi, İstanbul 1944, s.54)
Namık Kemal, sanatı ihmal ederken de asla sanatkâr bir duruş sergilememiştir. Bu yüzden sanatı halden ve içindeki kavgadan ayrı düşünen sonraki nesillerin sanatkârları da, Kemal’in kendinden sonraki bütün siyasi ve sanatsal akımları kuşatan bir pınar olma vasfını inkâr edemezler.
 
Namık Kemal’in hürriyet ve vatanı bir arada ele almasının ve her ikisinin şairi ve düşün adamı olmasının sistematik bir temeli var. Hürriyet burada sivil toplumu yani millet yahut ümmeti işaret etmektedir. Bu vatan coğrafyası üzerinde yaşayan ister Osmanlı milleti olsun, ister bütün İslamlar – İslam ümmeti olsun ideolojisinin, inandığı dinin örgütlediği bir hürriyet anlayışında buluşmaktadırlar. Doğrusu buluşmak mecburiyetindedirler.
Böyle olunca aynı hürriyet kavramında örgülenen toplumların, kişilerin yaşayabileceği en hür mıntıkaların topyekün felsefesine vatan diyoruz.
“Namık Kemal, vatanı sadece bir toprak, bir coğrafya değil, millet hayatı ile kaynaşan bir tarih olarak ortaya koyar.
Kemal’de iki türlü vatan anlayışı görülür:
1.  Din ve soy farkı olmaksızın bütün Osmanlı ülkeleri
2.  Bütün İslamların yaşadığı vatan
  Kemal’e göre Osmanlı vatanını kurtarmak ve candan geçercesine savunmak, İslam vatanını ise bir ülkü olarak gönülde yaşatmak gerekir.” (Erdoğan Coşkun, Namık Kemal, Toker Yayınları, İstanbul 1980, s.26)
Hürriyet bu açıdan fikriyatı, kültürü, toplumsal hayatı ve sivil genel bir konsepti belirler. Onun sınırları vatanın sınırlarını da ortaya çıkaracaktır.
Ne kadar hürseniz o kadar coğrafyanızı vatanlaştırabilir ve genişletebilirsiniz.
Namık Kemal’den sonraki nesillerde hürriyet ve vatan telakkilerinde şüphesiz derin farklılaşmalar meydana geldi. Kimine göre Anadolu coğrafyası ve onun içinde hür olabilmek yeterliydi, kimine göre aynı soya mensupların vatan telakkilerini geliştirmeleri gerekiyordu, kimine göre ise Kemal’deki ülkü bütün İslam vatanı artık geçerliliğini yitirmişti.
 
Vatan ve millet kavramlarının birbirinin mütemmimi olmaları boşuna değildir. Osmanlıcılığın iki kolu ittihad-ı anasır ile ittihad-ı İslâm, aslında dışarıdan Şark meselesi etrafında sıkıştırılmağa çalışılan bir ülkenin tabii refleksleri halinde yine Batı’nın terminolojisine uygun olarak karşı koyuş stratejilerinden başka bir şey değildir. Anasırın birliği, yani Osmanlı devleti içindeki unsurların bütünlüğü bir Osmanlı milleti vücuda getirme iradesini de terennüm ediyor ve vatan telakkisini de buna dayandırıyordu. Hemen bu görüşü takiben ittihad-ı İslâm kolu yeşertildi. Zira Hristiyan unsurların artık vatan toprağının bütünlüğü bakımından elde tutulamayacağı anlaşılmaya başlanmıştı. Osmanlı ülkesinde yer alan bütün Müslümanların birliğinden daha tabii ne olabilirdi. Zaten Osmanlı devleti halifesiyle birlikte bütün ümmetin devleti değil miydi? Dar’ül İslam ve Dar’ül Harb biçiminde yansıyan vatan telakkilerine göre de artık Osmanlı mülküne katılmış olan bütün İslam coğrafyası bilakis vatandı. Bir kere İslam ülkesine giren bir mülkün artık bundan çıkmasının mümkün olamayacağını ileri süren İslam hukukçuları da vardır. Dar’ül İslam olan bir mülkün daha sonra Dar’ül Harb olması kabul edilemez.
Yeni Osmanlı zihniyetine göre, artık Osmanlı mülkü üzerinde bir Osmanlı milleti vardır ve bu millet hem ümmet telakkisiyle de uyumlu, böylece de milliyet umdelerinin zenginliği bakımından sayısız avantajlara da sahiptir.
19. yüzyılın tamamı ve 20. yüzyıl başları, Osmanlı’nın savaşlarla tecavüzlerle çok sıkıştırıldığı bir dönem olarak Batı’daki “patriot” karşılığı vatan telakkilerine uyumlu olmağa çalışan ve millet karşılığında da yine ona müstenit sosyolojiler kurgulayan aydın tepkilerine veya hazırlıklarına sahne oldu. Bu kaçınılmazdı. Üç tarz-ı siyasetin bütün yapılanmaları “elde avuçta kalan son vatan coğrafyasını müdafaa etme” amacı taşıyordu. Her üçü de bir millet ve vatan telakkisi etrafında devleti koruma ve kollama iradesi ortaya koyuyordu. Kâh Yemen’de, Galiçya’da, Girit’te, Balkanlar’ın her yerinde savaşıyor; kâh Batı Türk imparatorluğunu Doğu Türk imparatorluğuna kalbedebilir miyiz diye de Orta Asya’ya yollanılıyordu. Vatan Türkistan’a, Turan’a kadar uzanıyor; Hicaz’dan, Yemen’den toplumu derinden sarsacak türkülerle dönülürken yaşanmamış bir tarihe, bir simülasyona başvuruluyordu. Mümkündür ki, soy, dil, din faktörlerinin tamamı bakımından birlik arzeden coğrafya, bir yeni millet ve vatan tasavvurunu inşa edebilirdi.
Ziya Gökalp bu tasavvur için yeni sosyoloji, yeni medeniyet ve yeni ülkü kurguluyordu: artık vatan ne Türkiye’dir, ne Türkistan. Vatan daha büyük bir birlik projesinin zeminidir:
Vatan ne Türkiye’dir, Türklere ne Türkistan
Vatan büyük ve müebbet bir ülkedir: Turan.
Namık Kemal’in vatan ve millet telakkisi aynı gerekçe zemininden bu sefer Osmanlı projesinin aradan çıkarıldığı daha eski zamanlara gidilerek, mitolojiden de nefes alan yeni Türklük coğrafyasına dönüştürülüyordu. Ama yaşanmış en az altı yedi asır, toplam bin yıllık İslam macerası nasıl boşlanabilirdi. Yeni aydınlar arasından yine Ziya Gökalp bu sorunun farkına varıp bunu da “üçleme” ile giderebileceğini düşünmüş olmalıdır: Türk milletindenim, İslam ümmetindenim, Batı medeniyetindenim. Türkleşmek, İslamlaşmak, muasırlaşmak.
Bu proje de Enver Paşa’nın büyük bozgunundan sonra akamete uğrayınca reel-politik zemin öne çıkmaya, Misak-ı Milli sınırları içindeki vatan ve millet neyimize yetmiyor denilmeğe başlandı. Ziya Gökalp de artık Turan’dan Türkiyeci tezlere bizatihi kendi sergüzeştinde erişti. Bu arada aydınlarda ve özellikle daha çok yorulmuş bulunan ve daha çok bütün modernleşme çabalarının öncü gücü olmuş olan Ordu muhitinde, Yemen’de Galiçya’da ne işimiz vardı denilmeğe başlanmıştır. Turancı hevesleri bir ara duymuş bulunan çevreler bile vatanın emperyal vizyona dayanması tezlerine artık sıcak bakmamaya; kendi aydın macerasından ağır tenkitlerle kaçmağa başlamışlardır. Artık Osmanlıcılık da, İslamcılık da Türkçü Turancı tezler de büyük gelmeye başlamıştır. Bugün bir takım sivil asker aydınların çıkıp da o geniş vatan coğrafyasından neredeyse iğrenerek bahsetmeleri veya geniş vatan telakkisi terennüm edenlere şüpheci nazarlarla bakmaları biraz da bu tarihi tecrübenin yarattığı ve sonraki nesillere yüklediği korku genleriyle alakalıdır.
 
Milletleşme vetiresini henüz yaşayan bir toplumun da vatanı üzerindeki spekülasyonlara fırsat vermesi ve bundan fazlaca bizar olması anlaşılır bir şeydir.
 
 
Vatan Millet Sakarya
 
Türklerin İslam âlemine girişleri zaman zaman vuku bulan Orta Asya göçebe hareketleri sırasında oldu. Gelme nedenleri arasında aşırı nüfusu, kabile savaşları, bitki ve su kaynaklarındaki değişmeler, göçebe hayatın çevrelediği şehirlerin ticaret tarzındaki değişmeler, bunlar sonucunda şehirdeki üretim yahut hükümette meydana gelen değişimler vardı. Bu noktada belki önemli bir faktör de Çin’de meydana gelmiş olan bir gelişmeydi, ki Bernard Lewis tarafından aktarıldığı şekliyle bu, “Orta Asya göçebelerinin Çin içine doğru yayılma yolunu kesmiş ve batıya doğru genişlemeye zorlamış olan Çin’deki Sung rejiminin kaos içindeki bir fetret döneminden sonra sağlamlaştırılmasıydı.”
Fakat bu öykünün sadece bir yarısıdır. Türk göçebeleri Abbasi Halifeliği’nin bulunduğu Bağdat’ın doğu bölgesine geldikleri zaman, kendilerini bekleyen bir rolle karşılaştılar: İlkin, yabancı bir ülkede ücretli askerlik, ama daha sonra İslam toplumu ve medeniyetinin savunuculuğu ve idareciliği.” (Albert Hourani, Modern Ortadoğu’nun Osmanlı Geçmişi, Karpat, Ufuk, İstanbul 2000, s:96)
Birçoklarına göre göçebe imparatorlukları biçiminde yorumlanan Orta Asya’dan başlayan ve Avrupa içlerine kadar uzanan çeşitli Türk boylarının ya da Turanî kavimlerin serüvenleri bir bozkır kültürünün yansımasıydı ve ona bağlı ticari-iktisadî hayatı da beraberinde getiriyordu. Eski devirlerde geniş topraklarda her hangi bir kuvvetle, dirençle karşılaşmadıkça ilerlemek; her hangi bir direncin ortaya çıktığında ise yön değiştirmek veya yenebileceğine kanaat getirdikten sonra saldırmak ve yoluna devam etmek yahut da geri çekilmek, durmak başka güzergâhlar hazırlamak göçebe kavimlerin avcılığa, toplamacılığa dayalı bir ekonomi ve toplum düzeni ortaya koymasına sebep olmuştur.
Birçoklarına göre ise Çin tarafı bir faktör olmakla birlikte, Orhun Kitabeleri’nde olduğu gibi Çin’in ipeğine, kadınına, (kültürüne) aldanmama yolundaki uyarı ve az milleti çok etme düsturu çerçevesinde batıya yönelik kızılelma (altınküre) arayışları ve tarih boyunca güneşin battığı ülkeler, denizlere ulaşma biçiminde bu tarihi serüven hep batıya Küçük Asya’ya ve Avrupa’ya doğru olmuştur.
Kızılelma’nın sonradan büyük ülkü, megalo idea gibi sunulması şüphesiz bir kurgudur. Fakat milletlerin bile günümüz sosyolojisinde bir kurgu neticesi yaratıldığına- yaratılabileceğine dair çerçeveler hazırlanmakta değil midir?
 
Türk İran: Doğu, Cihan Devleti Osmanlı: Batı
 
Türklerin Orta Asya, Buhara, Anadolu, Osmanlı çağlarına ait tarihleriyle ilgili olarak Batı’da diğer milletlerin tarihleriyle ilgili eserlerle kıyas edildiğinde olması gerekenden daha az olmakla birlikte son zamanlarda yeni yeni eserlerin ortaya çıktığını söyleyebiliriz.
 
Üç büyük Türk imparatorluğu: Osmanlı, Timur ve Safevi İmparatorlukları birbirleriyle karşı karşıya gelmeleri dünya tarihinin belki de izleyeceği seyri değiştirmekle ve bugünkü haline getirmekle birlikte özellikle Osmanlı-Türk İmparatorluğunun Avrupa politikaları içindeki müessiriyeti ve Avrupa tarihini belirlemekteki katkısı yabana atılamaz ve Osmanlı Devleti Batı’da yüzyıllar boyu sürdürdüğü başarılı politika ve uygulamaları doğulu, Türk ve Müslüman toplumlara, devletlere karşı gösterememiştir. Bir kere karşılaştığı Timur fırtınası Osmanlı yönetiminde doğulu tehdit unsurlarına karşı derin komplekslerin oluşmasına sebebiyet vermiş; özellikle de Safevi tehdidi henüz Anadolu’daki göçer Türkmenleri ortak idealine bağlayamayan Osmanlı’da, daha çok da Yükselme döneminin zirvesindeyken ve daha çok köken itibariyle –her ne kadar bunlar Osmanlı konseptine tamamiyle uymuş olsalar da- Balkan unsurlarının yönetimde inisiyatif sahibi olmasıyla birlikte korku ve vehime dayalı politikalara yol açmış; batıya gösterdiği toleransı tabiatıyla Anadolu isyanlarına ve doğudaki Şah tehdidine telaşlı ve sert uygulamalarla karşı koymasına yol açmıştır.
 
İki Nehir Arasına: Seyhun-Ceyhun’dan Fırat-Dicle’ye, Oradan Tuna-Volga’ya
 
Türkler Orta Asya’dan batıya göçlerinde önce Buhara ve Mezopotamya ile karşılaştılar. Buradan hedef Bağdat ve daha güney bölgeleriydi. Bu yolculukta din değiştirme süreci de yaşandı. Bu elbette ki tarih kitaplarının yazdığı kadar kolay olmadı.
Manas Destanı’nda, Alp Manas’ın Almambet ile olan dostluğu, Kalmuklardan ve başka bir dinden olan Almambet’in nasıl Müslüman olduğu, Manas’la Buhara’ya gelip bir evde sabahladığı, sabah ezanını dinleyişleri çok çarpıcıdır ve fakat kahramanlık destanında, başka unsurlara uzun uzadıya yer verilmekle beraber, şaşkınlık ve dine olan bağlılığın pekişmesini sağlayan bu şehir ziyareti, nedense fazla yer işgal etmez. Manas dini kaidelere, dini yaşantıya pek bağlı olmamakla beraber bir Müslüman’dır ve fakat Buhara’nın Almambet’deki tesiri daha fazla olmuştur. İslam bir şehir dinidir ve sanıldığı gibi göçebe tehdit unsurlarının sıkıştırmasıyla sonradan gelişimi farklı boyutlara çekilmiş bir din değildir. Belki göçerleri yeni bir dünyaya katmış, onlara bir misyon yüklemiştir. Nitekim Anadolu’daki ilk Bizans’la karşılaşmaları Türklerin pek de istekli oldukları bir karşılaşma olmamakla birlikte, güneye doğru seyirlerinde, özellikle Bağdat’tan sonra ve ardından Bizans’ın zoraki savaşı dayatması karşısında hem bir yeni misyonun aşkına, hem de kaçınılmaz akıbetin erken tesadüfüyle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması süreci önceliğe taşınmıştır.
 
Türklerin ya da genel olarak medeniyet değiştiren her toplumun daha öncekilerden daha fazla bağlı olduklarına kuşku yok. Budizm ve Manihizmde de böyle olduğuna dair Uygur tarihine bakılırsa Uygurların yerleşik hayata geçişleri nedeniyle bir miktar kanıt bulunabilir. Fakat İslam Medeniyeti dairesine girince Abbasilerin askerleri olan Türklerin, giderek idareci sınıfa geçtikleri, Hanlık unvanı aldıkları Halifenin yerine geçtikleri bilinmektedir.
Bu tarihten sonra da Türklerin vatanı, kızılelması, ülküsü hem bütün İslam coğrafyasını kapsadığı gibi, aynı zamanda bir misyonu dünyanın her tarafına taşıma cehdiyle de birleşerek İlayı Kelimetullah ve Nizam-ı Âlem kavramlarına kadar uzanmıştır.
Anadolu’nun bin yıllık vatan olma prosesi Orta Asya, Buhara-Bağdat ve Anadolu coğrafyalarının ve bunlara yüklenen yeni değerlerin Oğuzların hayatlarındaki dönüşümlerle birlikte ele alınmasını zorunlu kılıyor.
Robert Adams, ‘Land Behind Baghdad’ adlı eserinde, su ve toprak kullanımının hükümetlerin siyasetleriyle, güçleriyle yakından ilgili olduğunu anlatıyor.
Orta Asya’dan göçlerin sebeplerinden birisi de buydu. Toprak, su ve bitki varlığı, kullanımı…
 
Genellikle vatan kavramına çok soyut değerler izafe edilir ve uğruna kan dökülen, canlar verilen vatan kavramının müşahhas boyutları hep ihmal edilir. Oysaki Orta Asya’daki vatanın toprak ve su kaynaklarının muhafaza ve geliştirilmesindeki sıkıntılar, vatanın terkine ve yeni diyarlara yolculuğu getirmiştir. Bağdat’ın toprak ve su kaynaklarının kullanımı ile uygulamaların iktidar siyasetleri ve varlıklarıyla nasıl ilişkisi varsa, Anadolu’nun mamur edilmesi, Bizans toprak sistemiyle sentezlenmesi, Balkanlar’da Osmanlı barış sisteminin genel kabul görmesi ve fakat sonra gerek toplum gerekse toprak düzenindeki aksaklıklar; reaya-köylü ve göçerlerin, sipahi ile yönetici diğer kesimlerle ilişkisindeki bozulmalar, ayan sınıfının tebellür etmesi toprak ve su kaynaklarının kullanımındaki hatalar müşahhas-günlük yaşanan çevreden soyut kavramlar dünyasına üzerinde yaşadığımız toprağı vatanı buharlaştırmıştır.
 
Vatan Siyaseti
 
Bir milletin üzerinde yaşadığı coğrafya parçası, bir devletin sınırları belli olan, hâkimiyetini sürdürdüğü toprak, ülke, yurt, memleket İnsanın doğduğu, yaşadığı, öldüğünde gömüleceği, kaderde tasada ve kıvançta beraber olduğu ya da olmak istediği insanların, toplumun tarih boyunca birliğinin toprağa dayalı mesnedi.
Coğrafi bir mekânın, vatanın maddi veçhesini oluşturduğu ancak vatanın sadece bundan ibaret olmadığı açıktır.
Vatan elbette ki coğrafyayla özdeş değildir, ama vatanın bir coğrafya işaret ettiği ortada. İşaret edilen coğrafya tarihle bütünleştiği, yani belli bir toplumun tarih içinde o coğrafya parçasını vatanlaştıracağı düşünülür.
Milli kültür varlıklarından biri de vatanlaştırılan o coğrafyanın işlenme, değerlendirilme biçimidir. Kültür eserleri coğrafyaya ne kadar kazı

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!