Kömen İlinin Çaşıtları*

İdeolojiler, düşünce mağarasının sarkıtları… İnsanlar, sarkıtlara tırmanmaya çalışan yaramaz çocuklar. Marjinalliğin getirisiyle ütopik hayallerin başgardiyanı, ütopik olmanın getirdiği tatminsizliği kendisine yontan ve onları üst üste koyup arza merdiven yapan ucube yaratık. Sahibi bilinmeyen, ortalıkta serseri mayın misali potansiyel tehlike haline getirilmiş “ütopya köleleri”…
  Kendi zihniyeti içinde değerlendirildiğinde doğru diyebildiğimiz ideolojik tavırların yadırganmasının veya toplumun değerleriyle çelişmesinin önemi nedir ki? Klanın menfaatine ve doğrularına uygun hareketler kime veya neye ters gelmiş kimin umurunda? Klanın dışındakiler onun doğrularına uymuyorsa, suç klanın değil tabii ki… Peki, klanın doğruları mutlak ve genel doğruların neresinde? Küçük dünyaların şövalyeleri, gerçek dünyanın sünepe çocukları oluyorsa şövalyelik, “Şadlık” gibi âlemşümul bir görevin temsilciliği olamayacaktır.
  Hürriyetin, hakikatin kölelerine mahsus bir hak olduğunu öğrendiğimizde başımız yere, ellerimiz göğe yöneldi. Sokaklarda hürriyet çığırtkanlığı yapanların aslında kendilerini beşeri efendilerine pazarlayan zavallılar olduğunu fark ettik. Aslında insan olduğumuzun farkına biz o gün vardık. Sınırlı varlığımızla sınırsız hak istemenin, “Sınırsız Var” karşısında bizi ne kadar aşağılık yaptığının idraki hürriyetimizi bulmamızı sağladı. O sevgiliydi, sevme hürriyeti sevgiliye köle olmadan olamazdı.
  Duyguların çapraşıklaştığı, düşüncelerin ise sabitlendiği bir hal… Özlenen bir şeylerin ne olduğuna dair verilmemiş kararlar. Doyumsuzluk yaşamak gibi bir şey bu… Eğer insan bu kadarı yeter diyebilseydi, belki de hâlâ mağaralarda yaşıyor olacaktık. Yahut elektriği bulamayacaktık. Durarak yaşamanın imkânsızlığı yanında büyük doyumsuzluk yaşanlar ve yaşamayanlar. Yani doyanlar ve hep aç kalanlar bir bütünün tezat parçaları…
  Hep eksik kalan bir şeyler mi olmalı ki?… Dün yahut yarın ne farkeder. Felsefenin labirentlerinde kaybolmuşların peşinde koşan bir şaşkın olarak yine az ya da çok dava adamlığı yaptığımızın iddiasında olmayacak mıyız? Yürüme özürlülerin balesinden bir sahne şu hayatımız. Kör-topal raksından bir demet yalnızca… Şuurun altı da üstü de tuhaf bir isyanda bu hale, yalnız ne tepki vereceğini bilmemekten şuursuzluğu tercih ediyor. İdrakin dirayetsizlerin elinde yaptığı gel-gitler, umut ve karamsarlık arasındaki sarkaçın kapalı ya da açık temsili… Suflör öfke namlusundaki sesin tetiğine dokundu: “………….
Artık meydandayız, ister sultan yapsınlar, ister idamlık mahkûm. Sultanı sultan yapacak vezirler yahut son anımızda yanımızda olacak sevdiklerimiz her durumda meydanlarda olmalıydılar. Kulaklarımızı dolduran alkışlar sultanlığımız takdiri mi, bizi darağaçlarına çekenlere kendince protesto mu yoksa zalime “varol-çok yaşa” mıydı? Pek bilemedik… Nedenini bilmeseydik de alkışların sahipleri vezirlerimiz ya da sevdiklerimizdi.
  …..Az da olsa sevmedik mi ülküden başka tek sevilenleri? Kompleksli yıkıntılar elde ettik, yalnız onlardan oluşan sahte meydanların dönüşünde. Yahut “boş ver” dedik, uzak iklimleri yaşarken, bahara. Olmasalardı da olurdu, olmazsalar belki olurdu, olmasalar zor olurdu, olmazsalar olmazdı… Biz, böyle girdaplı yalnızlıklarda, oradan kurtulduğumuzda da kasırgalı kalabalıklarda kaptansız geminin dümeni olurken limana dönebilirsek, döndüğümüzde iskelenin üzerinde papatya falı bakarken bulduk onları: Oldular da ne oldu?… Biz bu kadar sevdalı olduysak onları sevmek için değildi. Biz ya da onlar, ne fark eder ki, sadece bir dehlizin yakamozun sevda boyunca integralinden bulduğumuz sabit. İntegral belirlendiğinde hep birlikte ortadan kalkıyoruz.
  Diyalektiğin acze düştüğü yerden başladık yeniden hayata. Elimizle tuttuğumuz, gözümüzle gördüğümüzden aklımızla bulduğumuz, kalbimizle bağlandığımıza bir yolculuk, bütün bunların suya yazılıp kaybolmasından ortaya çıkan hakikat. Bu yolculuk bizi hayallerimizde “istediğimiz gerçeklere”  karga kılavuzlara ihtiyaç duymaksızın, alnımız kadar temiz burnumuzla da götürecektir. Varış, varoluşun tabii bir neticesi idi. Var olmadan, varacaklarımıza yokluğumuzla koşuyoruz.
  Düşüşümüzün suçlusu çakıl taşlarıydı elbette; yokluğumuzu bir kenara bırakınca. “Keşke” ile başlayıp arkasına eklenecek yüzlerce cümlenin taşıdığı yükü kaldırabilecek tek bir söz bilinse ölene kadar hep o söylenirdi…
  Hayal ile hayat arasındaki (-) farkı, “Kömen İli”nden Turan’a geçişimizin hassas kavşağı. Çaşıtlar mı?… Kahraman yatanları hain yahut hain yatanları kahraman olarak uyandıran karakter ve şeref yoksunları. Tarihçilerin ölümünden savaşçılar çok da büyük bir şey kaybetmez, lakin savaşçılar ölürse tarihçiler yazacak hiçbir şey bulamaz. Zahiren yaşarken, öldürdüklerimizden geriye yazmak için kalan bir şey varsa kalemle kâğıdın flörtü yani meşru anlaşma zeminindeki ortaklığı yahut fahişelik stajı yeniden başlayacak demektir.
  Flörtsüz günler kalemlerinizin olsun.
 
 
 
 
——————-
* Hayal Ülkesinin Casusları

Zafer Partisi
Zafer Partisi
Giriş Yap

Haberiniz.com.tr ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!