Milliyetçi-ülkücü camiada cemaatlerin ve tarikatların oldukça güçlü oldukları, temsil ettikleri zihniyet yönünden milliyetçi harekete yakın oldukları, bu nedenlerle milliyetçi hareketin cemaatler ve tarikatlarla yakın ilişki içinde olup, onların desteğini almasının iktidara gelmek açısından elzem olduğuna dair güçlü bir inanış mevcuttur. Bu yazıda cemaatler ve tarikatların güçlü olup olmadıkları, temsil ettikleri zihniyet yönünden milliyetçi harekete yakınlıkları incelenmeyecektir. Sadece geçmişten günümüze yaşanan gelişmelerden yola çıkılarak cemaatlerin ve tarikatların milliyetçi harekete katkılarının olup olmadığı konusu incelenecektir.
Hatırladığım kadarıyla 1970’li yılların sonuna doğru rahmetli TÜRKEŞ, Nakşibendi Tarikatı’nın Menzil koluyla bir yakınlık kurmuştu. O yıllarda TÜRKEŞ’in de bu tarikata girdiği kulaktan kulağa söyleniyordu. Bu girişimin MSP olan rekabetten dolayı dindar kesimin oylarını almak gayesiyle başlatıldığı da söylentiler arasındaydı. (Söylenti diyorum, çünkü, o yıllarda Bingöl’de öğretmen olarak görev yaptığımdan teşkilatla organik bir bağımız yoktu. Bu sebeple bu konuları ülkücü arkadaşlar arasındaki sohbetlerden öğreniyorduk.) O yıllarda birçok ülkücü gencin Adıyaman’ın Menzil Köyü’ne giderek bu tarikata girdiğini çevremizden öğrendik. Ülkücü gençlerin Menzil’e olan ilgilerinin 12 Eylül 1980 İhtilali’nden sonra da devam ettiğini biliyoruz. Nakşibendi Tarikatı’nın Menzil koluyla kurulan bir yakınlıktan milliyetçi harekete bir katkı sağlanıp sağlanmadığı konusunda elimizde net bilgiler yok.
Ancak, şunu biliyorum ki, 80 öncesi ve sonrası Menzil Tarikatı’na giren tanıdık ülkücü gençlerin hemen tamamı bugün ülkücü değil. Dolayısıyla hiçbirisi de MHP’ye oy vermiyor. Bunu ölçü alırsak, Nakşibendi Tarikatı’nın Menzil koluyla kurulan ilişkinin milliyetçi harekete katkısının olmadığını, aksine zararının olduğunu söyleyebiliriz.
12 Eylül 1980 Darbesi’nden sonra özellikle cezaevlerine düşen birtakım ülkücülerin cemaat ve tarikatlarla yakınlaştıkları, yakın ilişkilere girdikleri sonradan anlaşıldı. Bu ilişkilerin önemli bir kısmının cezaevlerinde başladığı da bugün bildiklerimiz arasında. Cezaevine düşmek kolay değil. Cezaevlerine düşen ülkücülerin o günlerde içinde bulundukları ruh halini tahmin edebiliyoruz. En yakın dostların bile uzak durdukları bir ortamda birilerinin el uzatması cezaevinde bulunan bir insan için elbette çok büyük bir dostluk göstergesi olarak algılanacaktır.
Bir kısım ülkücülerin cemaatler ve tarikatlarla kurdukları ilişkiler cezaevlerinden çıkmalarından sonra da devam etti. Cemaatler ve tarikatlarla yakın ilişkiler kuran ülkücülerin başında rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU ve yakın çevresi geliyor. İlişki kurulan en önemli cemaat ise Fethullah GÜLEN Cemaati.
Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU, cemaat ve tarikatlarla kurulan ilişkileri o kadar çok önemsiyordu ki, cemaat ve tarikatları çok önemli birer sivil toplum olarak değerlendiriyor, cemaat ve tarikatları da içine alan yeni bir yapılanma ile iktidara gelinebileceğine inanıyordu. Rahmetli, bu düşüncesini “Milli Mutabakat” olarak formüle etmişti. Muhsin YAZICIOĞLU’na göre bu şekilde oluşturulacak yeni yapılanmanın merkezinde ülkücüler olacaktı. Cemaatler ve tarikatlar bu yapılanmanın önemli halkalarını teşkil edeceklerdi. Bu şekilde toplumda milliyetçi-muhafazakar-dindar tüm insanlarımızı tek çatı altında toplamak mümkün olacaktı. Buna sadece rahmetli YAZICIOĞLU değil, yakının da bulunan tüm ülkücüler ciddi bir biçimde inanmışlardı.
1992 yılında Rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU ile birlikte 6 milletvekili MÇP’den istifa ettiler. İstifa etmelerinin gerekçeleri parti yönetiminin DYP-SHP Koalisyonu’na güvenoyu verilmesine karar vermesi, bazı kritik konularda Koalisyona destek olunması, Rahmetli TÜRKEŞ’in İslamcılık Siyaseti gütmediklerini söylemesi vs. idi. Bence bunlar zahiri sebeplerdi. Muhsin YAZICIOĞLU ve arkadaşlarının istifasına yol açan asıl sebep, Rahmetli TÜRKEŞ ile aralarındaki çok derin ideolojik ayrışma idi. Rahmetli TÜRKEŞ, eskiden beri takip ettiği çizgisinden taviz vermiyordu. Muhsin YAZICIOĞLU ve arkadaşları ise milliyetçiliği “Kişi kavmini sevmekle kınanamaz.” biçiminde sınırlandırarak ümmetçiliğe kadar varabilecek, dini söylemlerin ağır bastığı bir düşünceyi savunuyorlardı.
Muhsin YAZICIOĞLU ve arkadaşlarının istifa sebebi ideolojik ayrışma ise istifa kararı vermelerinde cesaret veren husus ise cemaat ve tarikatların kendilerine destek olacaklarına dair kuvvetli inançları idi. Rahmetli, özellikle Fethullah GÜLEN ve Cemaatinin vereceği destekten çok emindi.
İstifa sadece Muhsin YAZICIOĞLU ve 5 milletvekili ile sınırlı kalmadı. Onlara inanan binlerce kişi aynı gün MÇP’den ve Bizim Ocak teşkilatlarından istifa ettiler. Parti ve Ocak neredeyse boşaldı.
İstifa furyasını takip eden günlerde Muhsin YAZICIOĞLU’nun liderliğini yaptığı hareketin beklentisi MÇP’de ve Ocak’ta geri kalanların da kendilerine katılacağı, başlattıkları hareketin kartopu gibi büyüyeceği yönündeydi. Ancak, gelişmeler böyle olmadı. MÇP’de ve Ocak’ta kalanlar, kalmaya devam ettiler. Muhsin YAZICIOĞLU ve arkadaşları cemaatler ve tarikatlardan da bekledikleri desteği göremediler. Hal böyle olunca Onlar’la hareket eden birçok ülkücü istifa etmekten son derece pişman olarak geriye döndü.
Yukarıdaki açıklamalarımızı özetleyecek olursak, Muhsin YAZICIOĞLU ve arkadaşları özellikle Fethullah GÜLEN ve Cemaatinin vereceği desteğe güvenerek partilerinden istifa etmişler, ancak bekledikleri desteği bulamamışlardır. Türkçemiz’deki güzel bir deyimle ifade edersek, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmuşlardır.
1990’lı yıllarda milliyetçi basında Muhsin YAZICIOĞLU’nun liderliğinde başlatılan istifa hareketinin kendiliğinden gelişen bir hareket olmadığı, aksine özellikle Fethullah GÜLEN ve Cemaatinin Muhsin YAZICIOĞLU’nu bu yönde cesaretlendirdiği, Turgut ÖZAL’ın da bu işin organizetörü olduğuna dair yazılar çıktı. Bu tezin çok büyük bir ihtimalle doğru olduğu kanaatindeyim. Milliyetçi Hareketin bölünmesi küresel güçlerin istediği bir husustur. Turgut ÖZAL ve Fethullah GÜLEN’in ise küresel güçlerin Türkiye’deki temsilcileri olduğuna şüphe yoktur. Bu nedenle küresel güçlerin isteği doğrultusunda Turgut ÖZAL ve Fethullah GÜLEN’in başrolü oynadığı MHP’yi bölme operasyonunun gerçekleştirildiği artık bu gün sır değildir.
2010 Anayasa Referandumu sırasında Fethullah GÜLEN Cemaati’nin MHP tabanına yönelik, ancak MHP’nin politikasına ters düşen propaganda faaliyetleri hala zihinlerdedir. Cemaat, MHP seçmenine hitaben MHP’nin Anayasa paketine “HAYIR” oyu verilmesi yönünde yaptığı propaganda faaliyetinin aksine, AKP’nin politikası paralelinde “EVET” oyu verilmesi için propaganda yapmış, oldukça etkili olmuştur. Cemaatin yaptığı, hiçbir şekilde ahlaki bir davranış değildir. Hem siyasetle uğraşmadığınızı, partiler üstü bir konumda olduğunuzu iddia edeceksiniz, hem de MHP’nin aleyhine, AKP’nin lehine siyasi faaliyet yürüteceksiniz. Bu, kesinlikle mazur görülecek bir davranış değildir. Cemaatin bu davranışı MHP’ye karşı düşmanca bir davranıştır. Cemaatin kontrolündeki basın yayın organlarının yayınları da MHP’yi yıpratma, yok etmeye yönelik maksatlı yayınlardır. Cemaat medyasında MHP lehine bir haber veya yazı bulmak mümkün değildir.
Yukarıda yaptığımız açıklamalardan sonra cemaatlerin ve tarikatların Milliyetçi Harekete katkılarının olmadığını, aksine bazı tarikat ve cemaatlerin zarar verdiğini söylersek yanlış yapmış olmayız, diye düşünüyorum.
Cemaat ve tarikatların Milliyetçi Harekete katkılarının olmadığını söylerken bu cemaatlere ve tarikatlara mensup vatandaşlarımızla da bir ilişki kurmayalım demiyorum. Benim söylemek istediğim, cemaatler ve tarikatlarla organik ilişki kurmanın yanlış olduğudur. Bu güne kadar yaşananlar böyle bir organik ilişkinin Milliyetçi Harekete zarar verdiğini göstermiştir. Ancak, biz Türk Milliyetçileri olarak elbette her vatandaşımızla ilgilenmemiz gerektiği gibi, cemaatlere ve tarikatlara mensup vatandaşlarımızla da ilgilenmeli, fikirlerimizi anlatarak desteklerini almaya çalışmalıyız.