AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılından günümüze kadar meydana gelen önemli dış siyasi gelişmeleri kronolojik olarak göz önüne getirdiğimizde hiç de hoş olmayan bir manzara ortaya çıkıyor. Bu manzaranın ne olduğunu söylemeden önce bu siyasi gelişmeleri bir hatırlayalım:
1-2003 yılında ekonomiden sorumlu Ali BABACAN, Dubai’de ABD Hazine Bakanı ile bir anlaşma imzaladı.
Anlaşmaya göre ABD, Türkiye’ye 8,5 milyar dolar kredi veya 1 milyar dolar hibe verecek; buna karşılık Türkiye Kuzey Irak’a askeri müdahalede bulunmayacaktı. Muhalefet, anlaşmanın Türkiye’nin milli çıkarlarına aykırı olduğunu iddia etti. Hükümet, muhalefetin baskısı ve kamuoyundan gelebilecek tepkiler nedeniyle ABD’den bu kredi veya hibeyi almadı.
2-2003 yılında ABD askerleri Kuzey Irak’ta görev yapan Özel Kuvvetler Komutanlığına bağlı askerlerimizin kafasına çuval geçirerek esir aldı ve uzun sayılabilecek bir sure elinde tuttu. Amerikan Ordusunun bu onur kırıcı davranışına Hükümetten ciddi bir tepki gösterilmedi. Başbakan, muhalefetin “ABD’ye nota verilsin.” talebine “Ne notası,müzik notası mı?” sözleriyle alaylı bir cevap vererek ciddiyetsizliğini gösterdi.
3-2004 yılında yapılan Annan Planı referandumunda KKTC “EVET” , Kıbrıs Rum Kesimi “HAYIR” dedi. Kıbrıs Rum Kesimi, “HAYIR” dediği için plan kabul edilmedi. Kıbrıs Rum Kesimi, planı kabul etmediği halde AB’ye tam üye olarak katıldı. AB ülkeleri, referandum öncesinde KKTC’ye verdikleri sözlerin hiçbirini tutmadılar.
4-29 Temmuz 2005 tarihinde Türkiye, Ankara Anlaşması’nı genişleten Ek Protokolü imzaladı. Protokol, Gümrük Birliği’ni Kıbrıs Rum Kesimi ile birlikte Avrupa Birliği’ne katılan 10 yeni üyeyi kapsayacak şekilde genişletti. Bu anlaşma gereğince Türkiye, fiilen Kıbrıs Rum Kesimi’nin Kıbrıs’ın meşru tek yönetimi olarak tanımış oluyor, KKTC’nin varlığı tehlikeye düşüyordu.
5-ABD’nin baskısıyla Irak’ta 2005 yılında yeni Anayasa kabul edildi. Anayasanın kabulü ve devamında meydana gelen gelişmelerle Irak, 3 bölgeden oluşan federatif bir devlete dönüştü. Bu bölgeler Kürt Bölgesi, Sünni Bölgesi ve Şii Bölgesi. Bunlardan özellikle Kürt Bölgesi çok önem arzediyor. Kürt Bölgesi Irak’ın kuzeyinde bulunuyor. Kürtler, ABD ve İsrail’in desteğiyle Kuzey Irak’ta fiilen bir Kürt Devleti kurmuşlar. Bu devletin Parlamentosu, Hükümeti, Ordusu, Merkez Bankası, bayrağı velhasıl her şeyi mevcut. Sadece devletin ilanı eksik. O da yapılırsa Kuzey Irak’ta resmen bir Kürt Devleti kurulmuş olacak.
6- 2009 yılında hiçbir sebep yokken Ermenistan’la ortak sınırın açılması konusunda bir protokol imzalandı. Protokolde Ermenistan’ın Türkiye’den toprak talebinden ve soykırım iddiasından vazgeçeceğine, Azerbaycan topraklarında sürdürdüğü işgali sona erdireceğine dair hiçbir hüküm yoktu. Bu protokolle Ermenistan hiçbir şey vermeden çok şey kazanıyordu. Sınırın açılması ekonomik yönden tam bir darboğazda olan Ermenistan’ın rahat nefes almasını sağlayacaktı. Türkiye ise bu protokolle hiçbir şey kazanmadığı gibi çok şey kaybediyordu. Türkiye’nin kaybedeceği en önemli şey Kardeş Azerbaycan’nın dostluğu ve bize duyduğu güvendi. Nitekim, Azerbaycan Hükümeti Ermenistan’la imzalanan protokole çok büyük tepki gösterdi. Azerbaycan, bu tepki ile kalmadı. Ucuza sattığı petrolün fiyatını artırdı. Azerbaycan, protokol imzalanmadan önce uluslar arası ilişkilerde Türkiye ile ortak hareket etmeye özen gösteriyordu. Protokolün imzalanmasından sonra Azerbaycan Türkiye’nin hoşuna gitmeyecek şekilde Rusya ile anlaşmalar yaptı. Azerbaycan, halen Türkiye’den bağımsız bir dış politika izlemeye devam ediyor. Sonuç olarak protokolün imzalanmasıyla Türkiye hiçbir şey kazanmadığı gibi Azerbaycan’ın dostluğunu kaybetti.
7- ABD 2010 yılında İran’ın uluslar arası balistik füzelere sahip olduğu gerekçesiyle güya kendi ülkesini ve müttefiklerini bu füze saldırılarından korumak için İran’a karşı “FÜZE KALKANI” adı verilen yüksek irtifa bir hava savunma sistemini kurmayı NATO’ya kabul ettirdi. Bilindiği üzere NATO’da kararlar oybirliğiyle alınıyor. Üyelerden birisi, mesela Türkiye “HAYIR” demiş olsaydı, bu karar alınamazdı. Demek ki, Türkiye de buna “EVET” demiş. Halbuki, basında çıkan haberlerde Türkiye’nin bu projeye karşı çıktığı, kabul etmeyeceği yazılıp çiziliyordu.
FÜZE KALKANI PROJESİ’nin uygulanmasına karar verildikten sonra bu sistemlerin hangi ülke topraklarına yerleştirileceği sorunu ortaya çıktı. Bu konuda NATO’ya üye üç ülkenin adı geçiyordu: ROMANYA, BULGARİSTAN, TÜRKİYE. Romanya ile Bulgaristan kendi topraklarında füze kalkanı sistemlerinin konuşlanmasını kabul etmediler. Bu sefer gözler Türkiye’nin üzerine çevrildi. İlk başlarda Hükümet’ten bunun kabul edilmeyeceği yönünde açıklamalar gelse de diğer birçok uluslar arası meselede olduğu gibi Hükümet en sonunda ABD’nin baskısına direnemeyip füze sistemlerinin ülkemizde konuşlanmasına razı oldu. Hükümet, Türk Kamuyoyu karşısında vaziyeti kurtarmak için güya bu konuda yayınlanan bildiriye “FÜZE KALKANI’nın hedefinin herhangi bir ülke olmadığı, bu saldırıya kalkışacak tüm ülkelere karşı kurulduğu” vb. cümleler koydurdu. Ancak, bu cümlelerin gerçeği değiştirmediği, asıl hedefin İRAN olduğu aklını kullanan, uluslar arası gelişmeleri takip eden herkes tarafından biliniyor.
İran’ın iki önemli düşmanının ABD ve İsrail olduğu, İran füzelerinin ABD’ye ulaşma imkanının olmadığı, ancak İsrail’i vurabileceği, bu nedenle FÜZE KALKANI PROJESİ’nin asıl amacının İsrail’i korumak olduğu da gene aklını kullanan, uluslar arası gelişmeleri takip eden herkes tarafından biliniyor. Hükümet, FÜZE KALKANI PROJESİ’nin ülkemize konuşlanmasını kabul etmekle gerektiğinde İran’a karşı topraklarımızdan saldırı yapılabileceğini de kabul etmiş oldu. 2011 yılında FÜZE KALKANI PROJESİ’nin radar sistemleri Malatya’nın Kürecik İlçesi’ne kuruldu. Hükümetin bu yaptığı kesinlikle İran’a karşı düşmanca bir davranıştır. Bu, kesinlikle İran’a karşı İsrail’in yanında yer almaktır.
8-2010 yılı içinde Türkiye’nin İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı, Telaviv Büyükelçimizi makamına çağırdı. Basının önünde Büyükelçimiz kendilerinden daha alçak bir koltuğa oturtularak fotoğraf çektirildi. Bu, açıkça Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aşağılanmasıydı. Öncelikle Büyükelçi, sonrasında Hükümet tarafından bu olay şiddetle protesto edilmeli, gereken misilleme yapılmalıydı. Ne Büyükelçi, ne de Hükümet gereken tepkiyi göstermedi. Yapılan hakaret, aşağılama sineye çekildi.
9-2010 Mayıs ayında İsrail Komandoları, Gazze’ye insani yardım götüren Mavi Marmara adlı Yolcu Gemisi’ne saldırarak 9 vatandaşımızı şehit etti. Gemiye el koydu. Uzun bir süre geçtikten sonra gemi sahiplerine teslim edildi. Bu olay açıkça Türkiye Cumhuriyeti’ne yapılmış bir saldırı idi. Türkiye, bu olayı savaş sebebi yapsa uluslar arası hukuk açısından haksız sayılmazdı.
Bu saldırı sebebiyle İsrail’e karşı savaş ilan edilmesi şart olmasa bile oldukça sert tepki verilmesi, oldukça etkili tedbir ve yaptırımların uygulanması gerekli idi. Tayyip ERDOĞAN, bu saldırı sebebiyle İsrail’e karşı oldukça sert tepki gösterdi. Bu saldırının hesabının sorulacağını bildirdi. Gazze’nin kaderi ile İstanbul’un, Konya’ nın kaderinin aynı olduğunu, İstanbul ve Konya’nın kaderine nasıl sahip çıkılıyorsa, Gazze’nin kaderine de aynen sahip çıkılacağını ilan etti. Bunlar çok büyük sözlerdi. Bu sözlere bakarak pekala İsrail’e karşı savaş açılacağı düşünülebilirdi.
Tayyip ERDOĞAN’ın bu sert tepkilerinin arkasından hiçbir şey çıkmadı. Bu kadar sert tepkiden sonra hiç olmazsa İsrail ile diplomatik ilişkilerin askıya alınması, bazı askeri ve ticari anlaşmaların iptal edilmesi gerekirdi. Bunlardan hiçbiri yapılmadı. Tayyip ERDOĞAN, sadece ilişkilerin düzelmesi için İsrail’in özür dilemesinin ve tazminat ödemesinin şart olduğunu söyledi. Zaten ilişkiler bozulmamıştı ki düzelmesi için bir şey yapılsın. Nitekim, İsrail özür dilenmeyeceğini, tazminat ödenmeyeceğini ilan etti. Hükümet, buna karşı da hiçbir şey yapmadı. Böylece, İsrail’in 9 vatandaşımızı öldürmesi de sineye çekilmiş oldu.
10-2011 yılında NATO’nun Libya’ya müdahale edeceği uluslar arası platformlarda tartışılmaya başlandığında Başbakan ERDOĞAN, “NATO’nun Libya’da ne işi var?” diye tepki gösterdi. Daha sonra ABD ve AB’nin baskılarına dayanamayarak NATO’nun Libya’ya müdahale etmesine onay verdi. Hatta, isyancılara 300 milyon dolar para yardımı yaptı. Donanmamıza ait savaş gemileri Libya açıklarında devriye görevi yaptı. Sonunda Kaddafi devrildi. Yönetim, isyancıların eline geçti. ABD ve bazı AB ülkeleri yeni yönetimle uzun vadeli petrol anlaşmaları yaparak Libya petrollerine elkoydular. Buna karşılık Türkiye Libya’da meydana gelen yönetim değişikliğinden herhangi bir kazanç sağlayamadı.
11-2011 yılında Arap Ülkeleri’nde başlayan “Arap Baharı” diye tabir edilen, aslında “Arap Ülkeleri’nin Karıştırılması” demek olan ayaklanma sürecine kadar Türkiye-Suriye ilişkileri oldukça yoğunlaşmıştı. İki ülke arasında ekonomik ve siyasi ilişkiler en süt düzeye ulaşmıştı. Bu çerçevede iki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulmuştu.
“Arap Ülkeleri’nin Karıştırılması Süreci”, Suriye’ye sıçratılınca birdenbire Hükümetin Suriye’ye karşı tavrı değişti. Suriye’ye meydan okumalar, müdahale tehditleri aldı başını yürüdü. Aslında, Suriye ile ilişkilerimizi gerginleştirecek herhangi bir sebep de yoktu. Peki, o zaman Hükümet, durup dururken neden Suriye ile ilişkileri kopma noktasına getirmişti. Medyada çıkan haberlerden bu sertleşmenin ABD ve AB’nin etkisiyle olduğu çok rahat anlaşılabiliyordu.
Suriye ile ilişkilerimizin gerginleşmesinden ülkemiz ne kazanmıştır? Bence, kocaman bir hiç. Hiçbir şey kazanmadığımız gibi çok şey kaybettik. Öncelikle Suriye’ye ihracatımız sıfır noktasına geriledi. Bunun yanında yok yere Suriye’yi kendimize düşman ettik.
Yukarıda özetlediğimiz gibi son 10 yılda ülkemiz dış politikada hiçbir şey kazanmadığı gibi çok şey kaybetmiştir. Dışişleri Bakanı’nın öğünerek söz ettiği “KOMŞULARLA SIFIR SORUN POLİTİKASI”, maalesef, “KOMŞULARLA SIFIR DOSTLUK, YÜZDE YÜZ DÜŞMANLIK POLİTİKASI” na dönüşmüştür.
23 Ocak 2012 Pazartesi günü Fransa Senato’sunda Soykırımı İnkar Yasası’nın kabul edilmesi Türk Dış Politikası’nın iflas ettiğinin belgesi olmuştur. Bu yasanın kabul edilmesi geçiştirilebilecek bir olay değildir. Bundan sonra diğer Avrupa ülkelerinde ve daha sonra da dünya genelinde Türkiye aleyhine böyle yasaların peş peşe çıktığını maalesef görmek durumunda kalabiliriz. Hiç temenni etmediğimiz bu gelişmeler Devletimizi ve milletimizi çok büyük sıkıntılara sokabilir. Bugün İran’a ve Suriye’ye karşı dünya genelinde uygulanan baskı politikalarının çok daha şiddetlisinin “Ermenilere Soykırım Yapıldığı” gerekçesiyle “Ermenilere toprak ve tazminat verilmesi” talepleriyle bize yapılması ihtimal dahilindedir. Böyle bir ihtimali düşünmek bile korkunç.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki; Fransa Senato’sunda Soykırımı İnkar Yasası’nın kabul edilmesi ile AKP’nin 10 yıldır yürüttüğü dış politika İFLAS ETMİŞTİR. BİLİNDİĞİ ÜZERE POLİTİKA NETİCE ALMA SANATIDIR. EĞER DIŞ POLİTİKADA ÜLKENİZ LEHİNE NETİCE ALAMIYORSANIZ, YAPILACAK EN ONURLU DAVRANIŞ İSTİFA ETMEKTİR. KANAATİMCE HÜKÜMET, İSTİFA ETMELİDİR. ANCAK, İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ŞARTLARDA BUNUN PEK MÜMKÜN OLMADIĞI ANLAŞILIYOR. BU SEBEPLE EN AZINDDAN DIŞİŞLERİ BAKANI İSTİFA ETMELİDİR. ÇÜNKÜ, DIŞ POLİTİKADA GELDİĞİMİZ HAZİN DURUMDAN ÖNCELİKLE SORUMLU OLAN KENDİSİDİR.