Mehmed Âkif Ersoy (1873- 1936)’un yaşadığı zaman dilimi, Müslüman-Türk milletinin yakın tarihinin en çalkantılı, en zor dönemlerinden biridir. Bu milletin Kurduğu en büyük ve en uzun ömürlü devletlerden olan Osmanlı’nın hazin yıkılışı ve yeni umutlarla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti Mehmed Âkif Ersoy’un şahidi olduğu tarihî olgulardandır.
O, bu süreçte, yıkılmışlığın mahzunluğunda, diriliş kararlılığıyla hareket etmesini bilmiş, örnek ve önder bir şahsiyet, sanatkâr ve dava adamı olarak bugün de gençliğin ufkunda yolumuzu aydınlatmaya devam ede gelen bir değerdir. Büyük millet olma vasfımızı, bize mahsus İslâmî ve millî hasletlerimizi destanlaştırdığı, zaman zaman da acımasızca eleştirdiği yazı ve şiirleri, vaazlarıyla o bir abide şahsiyettir. Kendini halka ve Hakk’a hizmete adamış büyük sanatkârlar, milletlerin manevî mimarlarıdırlar. Onlar, birikimleri sayesinde mensubiyet şuuruyla bağlı oldukları milletlerin kültürel değerlerini sadece temsil etmekle kalmazlar, eserleriyle zamanın elinden tutarak aydınlık bir geleceğe yürüyüşün de öncü ve önderi olurlar. “Bugün de aynı iman ve katiyetle söylüyorum ki, millî ülküye tam bir bütünlükle yürüyen Türk milletinin büyük millet olduğunu medenî âlem az zamanda bir kere deha tanıyacaktır.” inancının sahipleri Âkif’in eserlerini okuyarak ruh tazelemelidirler. Çünkü kendini insanlığın ve milletinin varlığına adamış şair ve yazarların ortaya koydukları şaheserler, milletlerin mevcudiyetinin birer delilidir.
Biz bu çalışmamızda önce Âkif’i ve eserlerini anlamaya çalıştığımızı itiraf etmeliyiz. İstedik ki bu çabamızı Âkif sevdalılarıyla da paylaşalım…
İki bölümden meydana gelen bu çalışmamızda öce Âkif’i kendi ağzından tanıtan bir yazı kaleme aldık. Mehmed Âkif Ersoy’u böylece bizimle birlikte, hemen yanı başımızda görelim istedik.
Hür ve müstakil olarak yaşamamız için Âkif’i anlamaya, yaşamak için de yaşatmaya muhtaç olduğumuz hususuna dikkatleri çekmeye çalıştık.
Biz, Allah nasip etti Âkif’in çoğu kere vazifeli olarak gittiği yerlerde bir şekilde bulunma şansını yakaladık. Öyle olunca da buralarda Âkif’in izini aramak, onunla olmak, onun fikir ve düşünce penceresinden tarihe-bugüne-yarına bakmak istedik. Bu kitaptaki yazıların çoğu bu samimî gayretin mahsulü olarak sizin huzurunuzdadır şimdi. Bir kısmı gazete ve dergilerde yayımlanmış olan bu yazıların önemli bir kısmı da Balkanlar’da, Mısır’da, Almanya’da, Kastamonu, Ankara ve İstanbul’da ulusal ve uluslararası ilmî toplantılarda sunulmuş tebliğler ve dost meclislerinde yapılmış konuşmalardan ibarettir. Böyle olduğu için de bazı tekrarların olabileceği de muhakkaktır. Kahire’de Üniversite’de Âkif’in ders anlattığı kürsüde konuşmamızı yaparken duyduğumuz heyecanı İstanbul’da Âkif’in okuduğu Halkalı Zıraat Mektebi’nde konuşurken de duyduğumuzu itiraf etmeliyiz… Ama Balkanlar’da gezerken Âkif ve şiirleriyle hayatı anlamlandırmaya çalıştığımız süreç bizi hem yormuş hem de düşündürmüştür…
Balkan’ı bildin mi nedir, hemşeri?
Sevgili ecdadının en son yeri.
Biz, hâlâ Mehmet Âkif Ersoy’u tam olarak doğru anladığımız ve yetişen yeni nesle doğru anlatabildiğimiz kanaatinde değiliz. Âkif’in yaşadıklarını o zaman diliminin şartları altında düşünüp değerlendirmeden bugünkü algı ve yargılarımızla tanımlamaya ve izah etmeye kalktığımızda ortaya çıkan sonuçların çanımızı acıttığını, bir yerlerimizi kanattığını, millî birlik ve beraberliğimize nasıl zararlar verdiğini neden göremiyoruz?.. Bu bağlamda Prof. Dankwart A. Rustow’un “Mehmed Âkif’in İstiklâl Marşı: Atatürk’ün Kurtuluş Hareketinde Din Ve Milliyetçilik” başlıklı yazısı dikkatle okunup üzerinde düşünülmelidir diyoruz.
Arayışlar Devri Türk Edebiyatının en büyük şairlerinden biri olarak kabul görmesi gereken Âkif, ne yazıktır ki, yaşadığı buhranlı devir sebebiyle sanatkârlığını eserlerine tam olarak yansıtamamıştır. Çünkü o, salt şiirle meşgul olabileceği huzur ve rahatın zerresini görememiştir. O, şiirlerinde daima içinde yaşadığı hayatı anlatmayı tercih etti. Abdülhak Hâmid için söylediği:
“Hâmid ya gökte uçar; ya ka’r-ı arzda dolaşır. Bizim gibi yeryüzünde yürümez.” Sözü onun gerçekçi bir sanatkâr olduğunun bir delilidir. “Sanat şahsî ve muhteremdir” diyenlerin olduğu bir zamanda; kendisi her ne kadar edebiyatın bir elbise ve gıda gibi faydaya yönelik olması gerektiğini, “sanat sanat içindir” anlayışının, bizim toplumumuz için lüks olduğunu söylese de “feryad ve ızdırab” manzumeleri yazmış olmaktan… Yüreğinde suskun kalan estetik muhtevalı duygusal şiirler yazamamış olmaktan duyduğu kahır, şu dörtlüğünde açıkça görülür:
Virânelerin yasçısı baykuşlara döndüm,
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu!
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum;
Yâ Rab, beni evvel getireydin ne olurdu?..
Mehmed Âkif Ersoy, bir moda şairi değildi… Sadece çağına tanıklık etmekle de yetinecek bir sanatkâr da değildi… Kibir ve gösterişten nefret ederdi. Ama insan haysiyeti, İslâm, Türk milleti ve Türkiye söz konusu oldu mu malıyla, canıyla ve sanatıyla cihada durur,
Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir, belki, fakat çekmeye gelmez boynum.
Beytinde tarifini bulan, âdeta bir volkan olup patlayacak kadar cesur, şerefli ve haysiyetli bir duruşla “çiğnerim, çiğnenirim Hakk’ı tutar kaldırırım” demeyi hayat tarzı bilmiş rol model bir şahsiyettir.
Bugün bizlere düşen görev, Âkif üzerinden birbirimizle kavga etmek değil, onun ümidi olan “Asımın Nesli”ni yetiştirmek, Asım olabilmektir. Asımın Nesli diyordun ya nesilmiş gerçek, dün çiğnetmedi yurdunu bugün de yarın da çiğnetmeyecek!.. Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!… Korkmayın, gevşemeyin Allah (C.C.) bizimle…
Yukarda mavi gök çökmedikçe aşağıda yağız yer delinmedikçe… ÜMİT VAR OLUNUZ!..