Seçim, siyaset, yolsuzluk derken siyasi rant uğruna toplumsal akıl neredeyse zıvanadan çıkarılmış durumdadır. Bu nedenle biz bugün akıl ve ahlak üzerinde duracağız.
Bütün çağlar boyunca bireylerin en fazla ihtiyaç duydukları değerin “akıl” olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. İleridekilerin geridekilere, yukarıdakilerin aşağıdakilere egemen kılan en önemli gücün akıl denen meleke olduğu tartışılamaz. Aklı kullanma yeteneğine göre insanların ve toplumların sınıflandırılmasının nedeni de budur.
Akıl ya da duygu imparatorluğu!
Gelişmiş ülkelerin akıl devleti olarak nitelenmeleri herhâlde nedensiz değildir. Hatta günümüzde imparatorluk devirlerinin sona erdiği hep söylene gelir. Bu yalın anlamıyla doğrudur. Ancak sona eren “duygu imparatorlukları”dır. Akıl imparatorlukları çağımıza egemen olmaya devam ediyorlar ve edeceklerdir. Akıl imparatorluklarından en önemlilerinin başında gelişmiş batı ülkeleri gelmektedir. İngiltere “duygu imparatorluğu”nu akıl imparatorluğuna çevirerek dünya üzerindeki önemli mevkiini sürdürmektedir.
Akıl bir anlamda gerçek ile görüntüyü, öz ile kabuğu, faydalı olanla olmayanı ayırt etmeye yarayan en önemli insani melekelerden birisidir. Bu yönü itibariyle akıl neredeyse insanla özdeşleşmiştir.
Zorbalıklar aklın ahlak denetimi dışına taşmasıyla ortaya çıkar. Kuşkusuz akıllı bir cani; akli melekelerini kullanmasını yeterince beceremeyen güçlü araçlara sahip bir masuma göre çok daha etkilidir.
Aklın uygarlığı belirlemede, toplum hayatlarını sürekli kılmada, özgürlüğü, ekonomik ve sosyal hayatı geliştirmede hayati bir görev üstlendiği bilinmektedir. Hatta aklı her şeyin ölçüsü yapan birçok felsefi akımın varlığı dahi söz konusudur. Öyle bir noktaya gelinmiştir ki birçok yönü itibariyle akıl putlaştırılmıştır.
Montesquieu ise; “aklın çok aşırısının her zaman istenilebilir olmadığını ve insanların hemen her zaman kendilerini ortaya, uçlara olduğundan çok daha iyi uyarladıklarını” söylemiştir.
Akla mukayyet olmak!
Bu noktada ahlakın akıldan daha önemli olduğuna vurgu yapmak gerekir. Ancak çoğu kez bireyin erdemini, ahlakını, faziletini ve değerlerini yüceltmek ya da muhafaza edebilmek için mutlak anlamda akli eylemlere ihtiyacı olduğunu belirtmekten geçemeyiz.
Mademki akıl psikolojik ve fizyolojik olarak ‘adam gibi adam olmanın’ temel şartlarından birisidir. O halde aklımızı en üst seviyede korumak ve kullanmak durumunda olduğumuzu belirtmeliyiz. Ancak her şeyin ölçüsü olarak aklı alan “kartezyen rasyonalizm”in aşırılığına da düşmemek şartıyla!
Aslında bireyler farkına varmadan, doğal olarak her an akli melekelerini şu veya bu ölçüde kullanırlar. Kişilerin eylem ve düşüncelerinden akli unsurları alırsanız onu “et ve kemik” yığınına dönüştürmüş olursunuz.
Akılsız olarak nitelenen birçok tavrın içinde bile negatif bir akıl yürütmenin olduğunu düşünmek mümkündür. Bizim burada üzerinde durduğumuz şey; aklın sistematik ve metodolojik kullanımı ile ilgilidir. Diğer yandan bireysel aklın olguları anlamaya ve açıklanmaya yeterli olmadığı durumlarda toplumsal akla başvurmayı ve diğer insanların aklından yararlanmanın başarı için bir zorunluluk olduğuna da dikkat çekmeliyiz!
Referandum ve siyasi akıl!
Bernard Shaw,“Akıllı adam aklını kullanır. Daha akıllı adam başkalarının da aklını kullanır.” Der. “Akıl akıldan üstündür” diye bir de Türk atasözü vardır.
Türkiye’nin başına “Cumhurbaşkanlığı sistemi” adı altında ülkeyi parti devletine götürecek bir anayasa değişikliğini musallat eden Sayın Devlet Bahçeli aynen şunu söylüyor: “Sabaha kadar düşünüyorum. Sabahlara kadar ülkem için kendi kendimle tartışıyorum.”
Ülke için kendi kendisiyle tartışmak -başka akıllardan, görüşlerden yararlanma gereği duymamak- da bir yöntemdir. Ama demokratik değildir.
Ölümlü bir bireyi, ölümsüz yetkilerle donatmak ancak kendi kendiyle tartışanların işi olabilir!
Biz her şeye karşın yine de aklımıza mukayyet olalım!