Dünya, Covid-19 salgınının fırtınası altında birlik beraberlik yerine “can derdine” düşmüş!.. Bir kısım ülkeler aşı üretirken aşının adını bile duymayanlarımız var.
Ve alabildiğine eşitsizliğin kol gezdiği bir alışveriş pazarı egemen olan bitene!.. Dünya Sağlık Örgütü “Ancak aşının eşit paylaşımıyla insanlığın kurtulabileceğini” vurgusunu yapmasına rağmen buna aldırış eden yok!..
***
Ve virüs belasından çok yakınlarımı, dostlarımı ve arkadaşlarımı yitirdim. Beynim ve bedenim oradan oraya koşuştururken salgının pençesini attığı alanlar gittikçe büyüyor.
Derken, canım kuşumuzu, can dostumuzu, muhabbet kuşumuzu da yitirdik!…
***
Muhabbet kuşu dediklerine bakmayınız siz! O bizim için bir öğretmendi.
Öğretmesini bilen, öğrencilerine seslenirken kişiliklerine ve algılama yeteneğine dikkat eden, onlara nasıl seslenmesi gerekiyorsa öyle seslenmesini beceren, bilinmeyenleri bilen bir bilgeydi.
Bir kişinin ya da bir hayvanın bilge olduğunu hemen anlayamazsınız. Bunun için onunla uzun süre kalmanız ve uzun aralıklar içinde sürekli değişen oluşumlar karşısındaki tutum ve becerisini izlemeniz gerekir. Her bilge gibi çok şey istemeden yaşamını sürdürdü. Bencillikten ırak, özveriyi yandaş edinen kişiliği, bu değerlerle süslenmişti.
***
Gönülden bağlanmanın ve sevmenin en güzel örneklerini sergilerdi. Üzüldüğümüz zamanlar üzülür, güldüğümüz zaman bizimle bir olup gülerdi. Eşimin üzgün olduğu bir gün o da üzgün ve sessizdi. Yanına gittiğimde masum gözlerle bana baktı baktı. Ve inanın gözlerinin yaşardığına tanık oldum. Kafasını iki yana silktiğinde minnacık gözyaşı savrulup gitti…
Sevgiyi öğretiyordu bize!.. Bağlılık denilen olgunun nasıl olması gerektiğini anlatırdı sık sık…
***
Kendi yağıyla kavrulmanın ender örneklerini onda görürdüm. Kimi gün biz olmadan yaşamanın imkânsızlığını anlatır, kimi gün bizsiz yaşamanın derinliğinde yatan bilinmezliklerle dolu gizleri açığa vurur gibiydi…
Ona acı da gelse bir iki gün bizsiz yaşayabiliyordu. Öyle günler oldu ki bir ya da iki gün yanında kalmadığımız günler olurdu. Kimi zaman komşuya emanet eder öyle giderdik. Elbette önceden yemini, suyunu hazırlardık. İnanın biz bu hazırlıklara giriştiğimizde anlardı neyin olacağını. Bir ağırlık çökerdi üzerine, kafesine çekilir sessiz sessiz beklerdi. Ve içinden gelen bir duyguyla dargınlığını yansıtmaya çalışırdı!..
“Neden beni yalnız bırakıyorsunuz?” der gibiydi. Ama çaresizliğin verdiği umarsızlıkla susar susardı.
***
Eni konu yaşlandı!..
Yaşlandı ve önceki çevikliğini yitirmeye başladı. Elimi uzattığımda yeterince hızlı davranmaz, biraz ağır kalırdı. Yaşlandığını anladığımız günlerden sonra her geçen gün biraz daha yaşlanıyordu, zayıflıyordu da… Avucumuzun içine alıp onu öpmek istediğimizde itiraz etmezdi eskisi gibi… Biz ise gagasını bir silah olarak kullanmadığına bakıp gücünü yitiriyor olduğunu kavramak yerine, “Bize iyice alıştı artık!” demeyi tercih etmiştik. Çünkü onun da bir gün çekip gideceğini aklımıza getirmezdik. Onun da bir ölümlü olduğunu ve giderken ardında yığınla sevgi depolamış olduğunu hiç aklımıza getirmezdik.
***
Son gün…
Kızım kafesinde hareket etmediğini söyledi. Sabahın er saatleriydi. Yerimden fırlayıp kafese koştuğumda kafesin içinde yatıyordu ve sessizdi. Elime aldığımda hafif hareketlendi:
Küskünce “Nerede kaldın?” der gibiydi.
Kalorifer peteklerinde ısıttığım ellerimin arasında mutlu, sessiz ve sakin bekledi bir süre. Pencereden dışarıyı seyretmeye başladık ikimiz de… Bir ara kanatlarını çırptı. Uçmak ister gibiydi. Mutfağa koşup çok sevdiği yemlerden vermek istedim. Masanın üzerine koyduğumda ayakta durmaya çalıştı ama olmadı. Yan yattı. Hızla elime alıp yan odaya geçtim. Divana uzanıp göğsümün içine koydum sıcaklık istiyordu. Rahatladı bir ara. Aralıktan baktığımda o da bana bakıyordu.
Bakışlarına oturmuş hüznü ve acıyı anlatmamam!..
Yaşlı bir bilgenin ağırbaşlı tavrıyla gagasını ileri uzatıp bana doğru gelmek istedi. Elimin arasındayken kalp atışlarını algılayabiliyordum. Kendime doğru yaklaştırdım. Gagasından, boynunun yan taraflarından öptüm. Hoşuna gitmişti. Ama hüzünlü bakışlarıyla bana bir şeyler anlatmak ister gibiydi.
Bir ara derinden “cik cik” sesleri çıkardı. “İyi dedim, kendisine gelmeye başlamış olmalı.”
Elimden alıp göğsümün üzerine bırakmak istediğimde, “Hayır, yapma” der gibiydi. Birkaç hareket sonrası durdu yine.
Avucumun içine aldım. Bakıştık karşılıklı. Adeta benden bir şeyle ister gibiydi. Yahut bana “Ne olur beni bırakma!” der gibiydi. İçimden perde perde yükselen hıçkırıklarımı zor tutup dedim ki: “Kokrma seni asla bırakmayacağım. Daima senin yanında olacağım. Söz veriyorum. Daima seninle olacağım.”
***
Birden rahatladığını ve minnet dolu bakışlarıyla göz kapaklarını kırpmaya başladığı söylersem abartmadığımı bilmenizi isterim. Öyle bir dostça bakıştı ki o bakışlar!.. Sevgi dolu, bağlılık dolu, minnet dolu, arkadaşlık dolu… Ve gözlerini kapatmak istedi yine.
“Uyu, dedim. Uyanana kadar yanından bir yere gitmeyeceğim. Ayrılmayacağım yanından söz…”
Söylediklerimi duymuşçasına gözlerini bir daha açtı.
Aman Allah’ım! O bakışlardaki anlam zenginliği neydi öyle? Güldüm. Çünkü gülmesini istiyordum. Beni anlayıp anlamadığını tam bilemem ama güldüğüne eminim.
Ve…
Son kez…
Üst üste “cik cik cik” seslerini çıkardı, azıcıkta kanatlarını çırptı.
Uyuyacak dedim, içimden. Uyumasını istiyordum.
Başı önüne düştü. Hayret ettim. Hiç böyle olmamıştı!..
Göğsümün içinde düşen başının bana dönük gözüyle “Allah’a ısmarladık!..” diyordu.
Bekledim. Hareket yoktu.
Gitmişti…
“Tarçın, güzel yavrum güle güle git…”
“Gittiğin yerde yemini almayı unutma olur mu?”
“Sen daima kalbimde, daima gönlümde ve odamın her köşesinde olacaksın yine…”