Birinci dünya savaşı yıllarıdır. Ordusu dağılmış, mukavemeti kırılmış, savunma gücü tükenmiş olan Osmanlı imparatorluğu var olma yok olma mücadelesine girmiştir. Ruslar gölgesine Ermenileri saklamış olarak; yakarak, yıkarak, katlederek bir karabasan gibi Doğu Anadolu’nun ve Karadeniz’in üstüne çullanmıştır. Düşman girdiği her yeri kan ve gözyaşına boğmaktadır. İşgalle birlikte Karadeniz’den göç başlamıştır. O dönemlerde göç demek hareket haline geçmiş ölüm demektir. Halk tabiriyle “muhacirlik” dönemini yaşamaktadır.
Muhacirlik, namusu, şerefi ve hatıraları yüklenip diğer her şeyi arkada bırakarak göçmek demektir. Bereketsizlik içinde bereket aramak için yola çıkmaktır. Nitekim Eynesi Ana, “ne tarlanın ne derenin ne de yamaçların bereketi kalmıştı. Muhaceret, bu cennet toprakları çöle çevirmişti” diyerek durumu özetler.
Emine Özgenç muhacirliğin Karadeniz kesitini Eynesi Romanında bir şiir gibi dile getirerek aykırı bir iş yapar. İnsanlara unuttuğu geçmişini rahatsız edecek şekilde hatırlatır. Bilindiği gibi Türk halkı birçok mahşeri bir arada yaşayan ancak yaşadıklarını hemen unutan bir halktır. Türkler tarihte yaptıklarını yazma lüzumu görmeyen halklardandır. Anadolu bu yönü itibarıyla eylemi yazmaya üstün tutan insanların yaşadığı coğrafyadır. Emine Özgenç istisnai bir iş yaparak Karadeniz coğrafyasında işgal sırasında yaşanmış ama unutulmuş fedakârlıkları, direnişleri, aşkları ve sadakatleri Eynesi Ana özelinde okurlara sunuyor.
Karadeniz halkının can havliyle işgale karşı ortaya koyduğu ölüm kalım mücadelesi “Eynesi Ana” romanında dile getiriliyor. Eynesi Ana romanı aslında bir bunalım döneminin sosyolojisini anlatır. Köklerinden sökülmüş, yollara dökülmüş, dağlara bayırlara sürülmüş kitlelerin dramını konu alıyor. Roman bir taraftan işgalle diğer taraftan yokluk, çaresizlik, çetecilik, ihanet, itham ve iftira ile mücadelenin nasıl yapıldığını anlatır. Eynesi Ana, bu yönüyle Karadeniz insanının Rus işgali sırasında ödediği ağır bedelin romanıdır.
Emine Özgenç’in romanlaştırdığı Eynesi Ana, tipik bir Karadeniz kadınını simgeler. Karadeniz’de her an her yerde görülen dobra, içten, sevecen, edepli, mert, nüktedan, sadık ve cesur bir Eynesi Ana görürsünüz. Tabii bakmasını bilenler için…
Bilindiği gibi işgal dönemleri çoğu insanın şu veya bu gerekçeyle eğilip büküldüğü, teslim olup tükendiği ve işbirlikçi kesildiği zamanlardır. Bu dönemlerde toplumlar dostlarıyla olduğu gibi düşmanlarıyla da imtihan edilirler. İnsanlar hastalıkla olduğu kadar ihanetle, sefaletle, yoklukla da sınanırlar. Eynesi Ana, işte böyle bir dönemde toplumsal direnişin ve namus değerlerinin sadakatinin sembolü olarak nükseder.
Unutmamak gerekir ki, bir millet için yerinin yurdunun işgale edilmesinden daha büyük bir travma yoktur. Kahramanlık, korkaklık, fedakârlık, direniş, işbirlikçilik ya da alçaklık adına ne varsa bu dönemlerde yaşanır. Eynesi Ana “Düşman toprağı alınca tabansızlar, muhanatlar, menfaatçılar çakal olur” tespitini bu yüzden yapar.
Eynesi Ana Emine Özgenç’in ikinci romanıdır. Özgenç bu romanında yer yer üslubunun zirvesini yoklar. Romanda yazarın özgün üslubunu yansıtan bir paragraf şöyledir: “Güneş batı ufkunda turuncu eteklerini suya sermişti. Akşam, kızıl bir yangına dönmeye başlayan renklerini elinde kalan son yaldızlarla parlatıp; ufkun koyu mavi çizgisindeki lacivert suya serpiştirirken, kıyıda; mavi, yeşil, ela alazlarla kavrulan iki yürek vardı…Ah deniz!”
Bu romanda Özgenç, içinde yaşadığı halkın milli, dini, ahlaki, tarihi ve insani değerlerini evrensel bir bakış açısıyla yoğurup eser haline getiren istisnai bir iş yapmıştır.
Mahallesinde okuma/yazmaya, rahatsız edilmeye hazır insan sayısının az olması onun ve yazdıklarının yaygınlaşmasının önündeki en büyük engeldir. Buna rağmen o yazmaya devam ediyor. Allah kalemini keskin, yolunu açık etsin!