Yenileşme Devri Türk Edebiyatı, yaşadığımız olağanüstü değişmelerin seyrini de verir. İki yüzyıldan bugüne nasıl geldiğimizi derinden anlamak istersek bakacağımız ayna orasıdır. Aynı zamanda düşünce tarihimiz de edebiyat üzerinden yürür. Fikirler de çoğunlukla edebî estetiğin imkânlarıyla benimsenir. Batı’da, Doğu’da, dün bugün, insanlığın bulduğu yol budur.
Bugüne bakmayınız. Bugün ölçülerin topa tutulduğu bir dönemden geçiyoruz. Özellikle sağ yelpazeye göz gezdirenler böyle bir kültür tercihi görmezler. İçler acısı bir düşünce ve estetik sefaleti kalabalıklar arasında yaygındır. Solun durumu nisbeten daha iyidir. Orada kültür üzerinden yürümeyi tam bir kabulleniliş vardır. Solun her renginde kültür sanat ilgisi esastır. Kültüre, sanata soğuk adamın orada barınması mümkün değildir. Sığdır, sloganik kabullenişler ağır basar, çoğunun derinliği yoktur ama sanata ilgiyi ve saygıyı hiçbir zaman kaybetmediler.
Bir gerçeği apaçık söylemenin de yeridir: Milliyetçilik, mensupları eliyle yüksek kültüre dayalı entelektüel bir hareket olmaktan uzaklaştırıldı. Böyle bir görüntü var ve doğrudur. Bir başka doğruyu da hemen söylemem lazım: Milliyetçiliğin geleneği sağlamdır. Kültür dikkati bütünüyle kaybolmaz. Dediğim, kendini milliyetçi sayan tüzel kişiliklerin ve büyük kalabalıkların böyle bir cihazlanma ihtiyacını varlık sebebi görmemeleridir.
Amorf bir kitle yaratıldı
İslâmcılık‘ın bizdeki durumu biraz değil epeyce farklıdır. Osmanlıcılık ve Türkçülük arasında tam şekillenmemiş bir akım gibidir. Bugün iktidar olacak kadar karşılık bulması bu dediğimi değiştirmez. Dönem dönem bir kültür dikkati ve sanatçılar, seçkin aydınlar zümresi oluşturma gayretleri vardır. Bundan dolayı Kavga Günleri‘nde, sağda yaratıcılığın onlara geçtiğini düşündüren havadan bahsetmiştim. Milliyetçilerdeki durgunluk ve seviye kaybından dolayı böyle düşünmüştüm. Bakışları genişleyecek, hür bir zeminde yeşerecek zannedilirken daraldıkça daraldı. Gördük ki orada sanat cılız bir damardır. Bildiğim halde yanıldım diyeceğim; çünkü din gibi sanat da samimiyetin getirdiği bir iç derinliği ister. Şunu hatırlatmakla yetineyim: Özgün bir geleneğe dayanmasa da edebiyatsız olamadılar. Yeni kümelenmelerin dar ve sığ kültürüne düştükleri görülüyor. Buna kültür denebilirse tabii. Böyle bir temel ayrışma üzerinde çokça duracağız.
Zamanı anlamamak bozar
Yakın tarihten bugüne gelme isteğimden vazgeçmiş değilim. Düşüncelerim, böyle bir uzun atlamayı gerektirdi. İnsanlık, değişmelerle ilerler. Toplumlar ve hayatları değişir. Biz de değiştik ve değişiyoruz. Osmanlı’nın 19. yüzyılına bu değişme ihtiyacı ve değişime direnmeler damgasını vurur.
Osmanlı Sarayı ve büyük ağırlıkla devlet bürokrasisi 3. Selim‘den beri değişmelere hazırdı. Gerçekçiydiler. İnkılaplara direnen ilim adamlarını(medrese) ve onların yönlendirdiği geniş halk kitlelerini ikna etmek kolay değildi. Darbeler oralardan geldi. 3. Selim gibi bir yenilikçinin şehid edilmesine rağmen geri durulacak değildi. Ülke ayakta kalmak için değişmeliydi ve değişmeyi zorlayan şartları anlayan, gelişen Batı’yı tanıyan aydınlardı. Yeni Osmanlılar‘dan, onların devamı sayılabilecek Jön Türkler‘e kadar gelen nesiller böyledir.
Edebiyat merkezdedir
İşin önemli ve hoş tarafı, bunların büyük çoğunluğu edebiyatçıydı. Çoğunluk, fikirlerini sanatlarıyla değilse bile sanatlarına yansıtarak söylüyordu. Hemen hepsi 1860’lardan itibaren çıkan gazete ve dergilerde yazıyorlardı. Gazeteler yeniydi ama sanki oturmuş bir dil ve anlayış vardı. Bugünden bakınca imrenilecek, hasreti çekilecek bir devirdi. Basın‘a şair ve yazarlar hâkimdi. Gazete sahiplerinden yazarlarına ve muhabirlerine kadar iyi Türkçe bilen ve kullanan isimlerdi. İlk gazete ve dergi sahiplerini hatırlatayım: Âgah Efendi, Şinasi, Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Ali Süavi, Şemseddin Sâmi, Ziya Paşa, Ahmet Midhat Efendi. Sonrakiler de benzerdir. Ayrıca, adlarını edebiyat tarihinde okuduğumuz isimlerin hemen tamamı basındaydı. Fikir ve sanat iç içeydi.
Başka türlüsü düşünülemezdi. İstanbul, Türkçe’nin güzelliğini her yönüyle yaşayan bir şehirdi. Yabancı seyyahların sokağa çıkmış ferâceli Türk kadınlarından birkaç cümle Türkçe duymak için belli bir mesafede kulak kabartarak yürüdükleri bir dönemdi. Türkçe o kadar şiirli ve müzikli bir dildi. Bırakın yanlış yazmayı, kötü yazmayı kabul etmeyecek bir ortam vardı. Okuyucu da böyleydi. Kötü ve yanlışı hoş görmez ve affetmezdi. Gazete ve dergilerin sayısı azdı, tirajları da yüksek değildi. Okuyucunun, tirajların en az on katı kadar olduğunu biliyoruz. Buna rağmen yüksek bir sayı değildir. Yalnız, o yüksek dil ve seviye bugünden bakınca erişilemeyecek bir zirvedir.
Şinasi‘den başlayarak hızla bugüne geleceğim.