İnsanların genelde kolay alışan, alıştıklarını da zor değiştiren bir doğaları vardır. Alışkanlıklardan daha katı olan ise iman, ideal ve itikattır. Alışkanlıkların, tutumların ve saplantıların değiştirilmesi çoğu zaman yıllar alır. Bu durum son zamanlarda meydana gelen siyasi eksendeki değişmeleri, rol ve değer kaymalarını açıklamakta güçlük çıkarır. “Kırk yıllık Yani, bir anda olur mu Kâni” söylemine inat, günümüzde insanlar bir anda Yani’likten Kâni’liğe dönüştüğünü sanmaktadırlar. Fikir birlikteliklerinin bir anda fikir karşıtlıklarına ya da yoldaşlıkların bir anda düşmanlıklara dönüşmesi mümkün olmadığına göre, dönüşenin fikirler değil de çıkarlar olduğu düşünülmelidir.
Dönüşüm olgusunu tamamen çıkarlar ya da zafiyetler zemininde açıklamak çok doğru olmaz. Aslında sorunun özünü, değişip dönüştüğü iddiasında olanlarda değil, onların değişip dönüşme olgusunu algılama biçimlerinde aramak gerekir. Kendisini bir değere ‘sahip’ ya da ‘ait’miş sanmak ya da saymak başka, gerçekte o değerle yaşamak daha başka bir şeydir. Örneğin; bireylerin kendilerini “sağcı/solcu”, “demokrat/tutucu”, “laik/antilaik”, “liberal/muhafazakâr”, “Ülkücü/devrimci” olarak nitelemeleri kavramın özünden habersizler için çok da anlamlı değildir.
Bir bireyin kendisini sağcı, solcu ya da demokrat sayması, onu gerçekte sağcı, solcu ya da demokrat yapmaya yetmez. Bu kavramlar sosyolojik, siyasi, ekonomik, ideolojik ve entelektüel bir alt yapı isterler. Bu olguları duygu, tepki ve çıkar dolayısıyla içselleştirmiş olanlara kavramlar bir yarar sağlamaz, tersine onlara kimlik sorunu yaşatır. Bu anlamda bireylerin eylem ile söylemi arasındaki açıklıkları; gerçekte içine düştükleri boşluğun ve yabancılaşmanın derecesini gösterir.
Siyaset sahnesinde kendi inanmadıklarına başkalarını inandırmaya çalışan onlarca insan, bu tür yabancılaşma örnekleridir. Yunan’dan daha “hümanist”, İngiliz’den daha “demokrat”, Fransız’dan daha “laik”, Amerikalıdan daha “liberal”, Marks’tan daha çok Marksist, Bakunin’den daha çok anarşist vb.. olduğunu sananlar olduğunu sananlar, gerçekte kendisine yalan söyleyenlerdir. Günümüzde bu anlamda ideolojiler, kavramlar ve inançlar, bir rol kapma yarışına dönüşmüştür.
George Eliot “Bir miktar rol yapmadan mümkün olan hiçbir eylem yoktur” der. Ancak günümüzde bireyler rollerine o kadar çok kendisini vermektedir ki, sahneden indikten sonra da kendilerini, rolünü yaptığı kimselerden ayırt etmek mümkün olmamaktadır.
Yaptığı rolü abartarak, kendisini role fazlaca kaptıranlar, sonuçta başkası olamadıkları gibi kendisini de kaybetmektedir. Bu o meşhur “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözündeki hal ile karşı karşıya kalmak durumudur.
Bu başkalaşma ve yabancılaşma olgusunun bir yönü güvensizlik, güçsüzlük ve çaresizlikten, diğer yönü de hayranlıktan ürer.
Elbette sahip olunan güç farklılığı, rol ve sahte yaklaşım bakımından bireylerin davranışlarını da etkiler. Çünkü güçlü ile güçsüz hiçbir zaman, birbirinin karşısına gerçek yüzleriyle çıkmazlar. Hâkim ve mahkûm durumunda olanların birbirlerine karşı bütün davranışları, sevgi ve ihtiramları da sahtedir. “Köle efendisinin, parya Brahman’ın, köylü toprak sahibinin, işçi patronunun karşısına çıplak yüzüyle çıkmaz çoğunlukla.” Hilelerin, entrikaların, tecavüzlerin, cinayetlerin, boşanmaların, intiharların, ajanlıkların türlü çeşit sahteliklerin arka planında, büyük ölçüde rol yapıcılık ya da rol kapıcılık gerçeğinin bulunduğunu hatırlarsak, bu soruyu cevaplamanın sanıldığı kadar zor olmadığı anlaşılmış olur.
Siyaset figürlerini bir de bu zaviyeden irdelemekte yarar yok mudur? Siyasetin bu anlamda bir tiyatro oyunundaki rol yapıcılıktan farkı var mıdır? Görmüyor musunuz? Ne kadar da kısa süre içinde dekorlar değişmekte, perdeler inmekte, dostlar düşmana, karşıtlar yandaşa dönüşmektedir? Bunun arka planının sizce de bir anlamı yok mudur?