İnsan toplumsal bir varlık olduğundan yalnız başına bir bireyin insanlığını yaşaması ve yaşatması çok zordur. Bunu anlatan Türkçede “yalnızlık Allah’a mahsustur” diye bir deyim vardır. Yine insan oğlunun fiziki, psikolojik, maddi ve manevi yapısı birbirinden ayrılmaz bir bütündür.
Birey, kendisini diğer varlıklardan ayıran değerlerinin ahenkli birleşimi sayesinde insan haline gelmektedir. Bu anlamda insanın milli, manevi ve ahlaki değerlerini birbirinden ayırmaya kalkışmak ile insanı köleleştirmeye kalkışmak arasında bir fark yoktur. Ruhsuz beden ceset, maneviyatsız insan ise robottur.
Başörtüsüyle ilgili tartışmalarda işin bu yönü hep dikkatlerden kaçırılmıştır. Halbuki başörtüsü konusu bir yabancılaşma ya da yabancılaştırma konusuydu. Bu ülkenin bir kısım insanlarına ‘başınızdaki örtüyle üniversitelerin, kurumların ya da TBMM’nin kapısına kadar gelebilirsiniz’ demek, onların insanlıklarına müdahale anlamına gelmekteydi. Sırf bu yüzden başörtüsü toplumun bir kesimini sisteme ve kendisine karşı yabancılaştıran, iki yüzlü davranmalarına neden olan bir olgu haline gelmişti.
İnsanlar yıllardır başının örtüsü yüzünden cehaletle eğitim, inancıyla işi arasında sıkışmış kalmıştı. İnsanlardan üniversitelere ya da kurumlara girerken inançlarını ya da değerlerini kapıda bırakıp öyle içeri girmeleri onlardan istenmiştir. Bu durum onların insanlıklarını kapıda bırakmaları anlamına gelmekteydi. Sistem bu yönüyle yabancılaşmış insan yaratan bir mekanizmaya dönüşmüştü.
Başörtüsü uzun yıllardır gereğinden fazla siyasetin malzemesi olmuş bir konudur. Başörtüsü yüzünden siyaset eksenini, adalet anlamını, eğitim amacını kaybetmiştir. Başörtüsü zaman içinde darbelerin gerekçesi, siyasetin de malzemesi olmuştur. Başörtüsü bu anlamda iktidarları getirip iktidarları götürmüş; seçimleri kazandırıp seçimleri kaybettirmiştir.
Ötekileştirme ve kutuplaştırmada da başörtüsü tartışmalarının çok önemli bir yeri olmuştur. Siyaset, başörtüsü üzerinden laiklik ve din, gericilik ve ilericilik, millet ve devlet tartışmalarını tetiklemiştir. Bir taraf işi ‘başörtüsü yoksa; din de yoktur’ karşı taraf ise ‘baş örtüsü varsa; bilim yoktur, irtica vardır’ aşamasına vardırmıştır. Sorun “ya istiklal ya ölüm” gibi bir var olma ya da yok olma biçimine dönüştürülmüştür.
Şanlı siyaset ve medya süreç içinde koskoca Türkiye’yi türban takanlara ya da takmayanlara takıntılı hale getirmiştir. Gündem türbanlı sayısındaki artış, içki içenlerin sayısındaki azalış, oruç tutmayanlar, namaz kılanlar, ramazanda kapalı olan lokantalara indirgenmiştir. Özel yaşamın ayrıntılarında zaman eriyip gitmiştir.
Diğer yandan Türkiye’de bilim nakilden, İslam da şekilden ibaret soyut kavramlar haline gelmiştir.
Türk siyasi hayatının neredeyse üçte ikisi, bu tür üst yapı tartışmalarıyla geçmiştir. Ülkenin acil çözüm bekleyen temel sorunları bu üst yapı tartışmaları arasında kaynayıp gitmiştir. Türk siyaseti bir türlü şekli tartışmalardan içeriği, kabuğu tartışmadan da özü anlamaya fırsat bulamamıştır.
Türkiye’nin ufkunu, siyasetin gündemini suni sorunlar ve inşa edilmiş korkularla ağzına kadar doldurmuştur. Olgular üzerinden değil ön yargılar üzerinden değerlere ve kavramlara anlam yüklemek siyasi körlüğe neden olmuştur.
Yüzyıllardır erkeklerin kafalarına fes koymak için de kafalarındaki sarığı çıkartmak için de kafaların kesildiği bir yerde kafanın değil, fesin ya da sarığın önemi olduğu, fark edilememiştir. Bugün de aynı şey bayanların başörtüsü için geçerlidir. Bu ülkede hâlâ insanlar başın nasıl bağlandığının değil, başın nereye bağlı olduğunun daha önemli olduğunun farkında değiller. Başı, bir zamanların İngiliz Muhibbi Cemiyeti üyeleri gibi İngiltere’ye ya da bugünlerde olduğu gibi eşbaşkanlıkla ABD’ye bağlı olan kişilerin başlarının sarıklı, kravatlı, açık ya da kapalı olmasının ne önemi vardır?