Öncesinde başlayan ekonomik krizin salgınla daha da derinleşip halkın canını acıtan boyuta ulaşmasıyla durum sosyal buhrana dönüşmeye evriliyor. Salgın evrensel, yöneticiler buna sığınıp gerçeği gizliyor, toplumun yarısı bunu göremiyor. Oysa salgın sona erse bile durumun hemen iyileşmeyeceği aşikâr. Sebebi yönetemeyen iktidar ile yönetilemeyen devletin defacto idaresidir.
Hukukta ‘defacto‘ kavramı fiili durumu ifade eder, kurallılık yerine pratikteki işleyiştir. Şeklen uygunluğun yeterli sayılıp kanunun amaçladığının yerine hatta bazen tersine tatbikatın adıdır. İdarede çok sık olmasa da geçmişte istisna olan bu uygulama son dönemde neredeyse olağan hale geldi. Sadece idarede değil yargıda da ben yaparım olur, hukuka da uygundur. Velev ki olmasa bile uygun sayılır, hukuksuzluğunu iddia eden de haindir, PKK’lı ya da Fetöcüdür.
Demokrasilerin erdemlilerden oluşan toplumda varoluşu, gelişmesi yaşaması nispeten kolaydır. Ancak bu kültürün yeterli olmadığı toplumlarda varlığı ve devamı çerçevesi net çizilmiş hukuk devleti ile mümkündür. Hukuk devletinin sigortası bağımsız yargı erkidir. Olmadığında devlet zayıf, millet de teminatsız kalır.
Geçen gün Yargıtay’da ertelenen bir seçim yapıldı. Anayasa mahkemesine atanacak 3 aday tespit edildi, birini Cumhurbaşkanı AYM üyesi yapacak. Şeklen hukuka uygun olan bu seçim ile atama ne yazık ki ruhen kanuna uygun değil. Çünkü ilk sırada seçilen ve muhtemel değil mutlaka atanacak olan pek taze “yüksek yargıç” olarak Yargıtay’da bir tek dosyaya bakmadı. Atanacağı yüksek mahkemenin anayasa gereği uyma zorunluluğu olan kararına uymayan bir hâkim heyetinin adliyesinden jet hızıyla gelmişti. Şimdi Anayasa mahkemesinde ne yapacak? Hukuksuzluğa karşı bir adalet adamı mı olacak? Eğer öyleyse açıkça anayasaya aykırı karar veren ve kasten olduğu için de disiplin suçu işleyen o hakimler heyetine, üyesi olduğu Adalet Komisyonunca neden hiçbir işlem yapmadı?
Şeklen uyulan yani kitabına uydurulan ama ‘kanunun ruhu’na uymayan bir atama. Siyasi karar beklentili bir tercihle gelinen görevde adil ve bağımsız olamayacağına göre yoksa geçmiş hizmetlerin ödüllendirilmesi mi? Bunu gören diğer yüksek yargı mensuplarının ve genel olarak yargının bunu içine sindirmesi mümkün olamaz. Yargı erki kendi içinde tutarsız ve güvensiz hale gelir. Yargının itibar kaybı, halkın eleştirisiyle değil işte böyle kör gözüm parmağına seçim ve atamalarla olur. Son on yılda halk nezdinde yargının derin itibarsızlaşmasının sebebi budur.
Devlet yönetiminde herkes ehliyet ve liyakatten söz etse de kimsenin böyle bir derdinin ve amacının olmadığı ortada. Genel idarede liyakatsizlikten kaynaklı yetersizlik bir nebze tolere edilse de yargıda olunca sonucu ağırlaşır. Öyle ki bir süre sonra sistem sigortasız kalır ve şalter atabilir. Kanunun ruhuna ve kurallara uyulmazsa yargı yıpranır, halkın hukuka güveni sarsılır. Hukuk güvenliği bitince, herkes zarar görmemek için kabuğuna çekilir. Çok muhtaç olduğumuz yabancı yatırımcı gelmez, yerli tasarruf sahibi dahi yatırım yapmaz. Cumhurbaşkanına gerektiğinde herkesin malına el koyma, dondurma yetkisi verilen ülkede bağımsızlığını yitirmiş bir yargı denetimine kim güvenir?
Hukuk ve demokrasi reformundan söz edilip ardından böyle bir tasarruf yapmak, yargı bağımsızlığı konusundaki kuşkuları artırmak ve adaletsizliği kronikleştirmekten başka ne işe yarıyor? AİHM, Türkiye’de siyasi gücün etkisiyle tutuklamalar yapılıyor, diye karar alıyor. Yargı bağımsızlığı endeksinde dip yapıyor, özgür olmayan ülke statüsüne düşüyoruz. Gerçekle yüzleşmezsek eğer yarınlarımız çok daha berbat günlere gebe. Sorun net, çözüm de basit. Keşke tüm siyasi kesimler farkına varsa da çözüme yönelse. Bu ülkede hukuk ve demokrasi reformuna ihtiyaç yok. Sadece ‘siyasette ahlak yönetimde adalet’ ilkeli bir zihniyet reformu gerek. Anlamadan anlatmak ve çözmeyi ummak beyhude gayret…