Hatırlayalım, KCK’da tutuklu sanıklar, ‘savunmamızı ya ana dilimizde yapacağız ya da savunma yapmayacağız’ demişlerdi. Mahkeme ise ‘ana dilde savunma’ yapmaya izin vermemiştir. Bunun üzerine KCK’lı sanıklar her duruşmayı propaganda ve protesto arenasını çevirmiş, ardından da ölüm ve açlık orucu tutmaya başlamışlardır.
Ana dilde savunma için ölüm orucu tutanların bunu niçin yaptıklarını anlayabilmek için KCK denilen paralel devlet yapılanması ve onun sözleşmelerine bakmak gerekir.
KCK, paralel, dört parçalı (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) ve sınırlar (şimdilik) içinde kalınarak meydana getirilmiş bir çatı devleti yapılanmasıdır.
25 Mayıs 2007 günü Kongra-Gel tarafından yürürlüğe konulan KCK sözleşmesi, bölgede uygulamaya konulan yeni bir devletin anayasa taslağıdır.
Dört ülkedeki parçaları kapsayan bir Pan-Kürdizm projesidir. 46 maddeden oluşan KCK sözleşmesi girişinde, Kürt toplumunun köy, mahalle, semt ve şehir “komün”leri halinde inşa edileceği belirtiliyor. KCK sözleşmesine göre “toplum çeşitli komünlerden oluşur, herkesin bir komünü olmalıdır”.
Marx’ın ilkel komünal toplum anlayışını 21. Yüzyıla taşıyan “komünal sistem”, KCK’nın 22. maddesine göre “tepe”ye uymak zorundadır. Kararlar, Kongra-Gel ve sözleşmeye göre oluşturulmuş Halk Meclisleri kararıyla uyumlu olmak zorundadır.
KCK’nın 5. maddesi ise “Kürdistan’da doğup yaşayan veya KCK sistemine bağlı olan herkes KCK vatandaşıdır”. Bunu kabul etmeyenler “ihanet ve teslimiyet” ile cezalandırılacaktır. Cezalandırma işini de 27 ve 30. maddelere göre “yargı erki” içinde “halk mahkemeleri” yapacaktır.
31 ve 33. maddelerde “KCK vatandaşları”na “meşru savunma yükümlülüğü” verilmiştir. “Herkes meşru savunma için hazırlıklı olmakla ve meşru savunma çalışmalarını desteklemekle yükümlüdür… Tüm barışçıl eylemler boşa çıkarsa, ayaklanma ve öz savunmaya dayalı gerilla savaşı gündeme gelir”.
İşte bu yapının mensupları “ana dilde savunma” yapma hakkı için ölüm orucuna yatmışlar. AKP iktidarı ve ona endeksli medya da bunun en doğal, en insani hak olduğunu iddia ederek bu masum ve makul (!) isteğin kabul edilmesi için harekete geçmişlerdir.
AKP hükümeti CMK’nın 202’nci maddesini, “Meramını anlatabilecek ölçüde Türkçe bilen sanık, iddianamenin okunması, esas hakkında mütalaanın verilmesi üzerine sözlü savunmasını, kendisini daha iyi ifade edebileceğini beyan ettiği başka bir dilde yapabilir” şeklinde değiştirmeyi içeren yasa tasarısı getiriyor.
Böylece bir şahıs, Türkçe bilip kendisini çok iyi ifade edebilecek durumda olsa bile, isterse ana dili ile savunma yapabilecek. Egemenlik hakkının sahibi olan bir milletin kamu kudretinin kullanıcısı olan devletin yargısı, Türkçe dilini bildiği halde konuşmaktan kaçınan kişiyi, farklı dilde dinlemek ve tercüman vasıtasıyla anlamak zorunda kalacaktır. Bu durumda yargılananın mahkeme mi, yoksa yargılanan kişi mi olduğu sorusu gündeme gelecektir.
Mahkeme, önüne gelen kişinin Türkçe bildiğini bilecek, ama şahıs Türkçe konuşmak istemeyip ana dilde savunmayı tercih etmesi sebebiyle, bilip anlamadığı bir dilde yapılacak savunmayı dinlemek zorunda kalacaktır.
Bu, doğrudan doğruya dayatmanın ve siyasetin, yargılamanın önüne geçmesi demektir.
Yargılama sürecinde herkes ortak dili bilip konuşabilmekte ise aynı lisanı kullanması doğru olandır. Yargılanan kişi eğer ortak dili bilip konuşamıyorsa, zaten savunma hakkını kullanabilmesi için tercüman hakkından yararlanması tartışılmazdır.
Dünyanın her yerinde kamu hizmetleri ve yargılama, ülkede konuşulan resmi dil üzerinden yapılır. Bu aynı zamanda egemenlik hakkının da bir göstergesidir. Durum çok açık olduğuna göre, KCK’lılar neden ana dilde savunma hakkı için ölüm orucuna yattılar. Hükümet neden ana dilde savunma hakkı vermek için hazırlıklara girişti? Bu soruların cevaplarını yarınki yazımızda vereceğiz.