tımarhanede adalet olur mu sorusu aslında daha büyük bir çığlıktır: “Bu düzeni kim kurdu ve kim sürdürüyor?” Adalet, yalnızca mahkemelerde değil, bireyin zihninde ve toplumun ruhunda başlar. Eğer “tımarhane” dediğimiz yer, bugünün gerçekliği haline geldiyse, o zaman adaleti yeniden tanımlamak ve inşa etmek bizim en büyük sorumluluğumuzdur
Toplumun gidişatına, siyasal çalkantılara ya da bireysel çıkmazlara bakıp iç geçiren pek çok insanın ağzından dökülüverir bu cümle: “Burası tam bir tımarhane.” Her ne kadar bu kelime kökeni itibariyle bir zamanlar hastaları “tımarlayan”, onlara bakan, iyileştirmeyi hedefleyen yerleri tanımlasa da günümüz dilinde daha çok kaotik, akıl dışı, sistemsiz düzenleri tanımlamak için kullanılıyor. Peki, böyle bir yerde –yani bir tımarhanede– adalet olur mu?
Adalet, yalnızca mahkemelerde dağıtılan bir kararlar bütünü değildir. O, toplumun her hücresinde, sokakta, okulda, evde hatta kafamızın içinde bile var olması gereken bir dengedir. Ancak akıl dışılığın norm haline geldiği, mantığın susturulduğu, güçlünün haklı sayıldığı bir düzende adaleti konuşmak, suya yazı yazmak gibidir. Zira adaletin en temel bileşeni olan akıl ve vicdan, tımarhane metaforunun bize sunduğu tabloda ya bastırılmıştır ya da tamamen kaybolmuştur.
Tımarhane kelimesini bugünün toplumsal yapısını betimlemek için kullandığımızda aslında büyük bir eleştiriyi dillendirmiş oluruz. Bu, kuralların keyfiyete döndüğü, liyakatin yerini sadakatin aldığı, haklının değil güçlü olanın kazandığı bir düzenin özetidir. İşte böyle bir düzlemde “adalet” sadece yazılı metinlerde kalır; pratiğe döküldüğünde ise bambaşka anlamlar kazanır. Bu yeni anlamlarda adalet, sistemin çıkarlarına hizmet eden, bireyi ezen, farklı düşüneni susturan bir araca dönüşebilir. Yani adalet vardır, ama birilerine göre…
Tımarhane düzeni, bireylerin ruh sağlığını yitirmesiyle değil, toplumsal yapının işleyişindeki akıl ve mantığın yok olmasıyla kurulur. Medya susturulmuş, muhalefet bastırılmış, eğitim niteliksizleştirilmiş ve halk kutuplaştırılmışsa, orada artık kolektif bir deliliğin eşiğine gelinmiştir. Herkes bir şeylerin yanlış olduğunu bilir ama kimse neyin doğru olduğunu tarif edemez hale gelir. İşte bu noktada, adaletin anlamı da bulanıklaşır.
Ancak bu karamsar tablo içinde umut ışığı da barınır. Çünkü insan aklı ve vicdanı, baskı altına alınsa da yok olmaz. En derin karanlıkta bile hakikatin ışığına yönelen sesler çıkar. Bu sesler, sistemin hastalıklı doğasına rağmen adaletin yeniden inşası için çağrı yapar. Gerçek adalet, tımarhane düzenine karşı aklın, vicdanın ve cesaretin birleşiminden doğar.
Bugün Silivri Cezaevi’nde 77 gündür iddianamesiz bir şekilde tutulan Ümit Özdağ’ın yaşadığı durum, bu “tımarhane düzeninin geldiği vahim noktayı gözler önüne seriyor. Hukukun temel prensiplerinden biri olan “makul süre” içinde iddianame hazırlanması, burada hiçe sayılmış durumda. Adaletin tecelli etmesi gereken yerde, belirsizlik ve keyfilik hâkim. Bir siyasetçinin bile bu denli kolayca “esir” alınabildiği bir düzende, sıradan vatandaşın hukuk önünde ne kadar güvende olduğunu sorgulamamak mümkün mü?
Sonuç olarak, tımarhanede adalet olur mu sorusu aslında daha büyük bir çığlıktır: “Bu düzeni kim kurdu ve kim sürdürüyor?” Adalet, yalnızca mahkemelerde değil, bireyin zihninde ve toplumun ruhunda başlar. Eğer “tımarhane” dediğimiz yer, bugünün gerçekliği haline geldiyse, o zaman adaleti yeniden tanımlamak ve inşa etmek bizim en büyük sorumluluğumuzdur. Ve bu sorumluluk, artık ertelenemez bir şekilde hepimizin omuzlarındadır.