Toplumlar, varlıklarını “denge” üzerinde devam ettirirler. Aşırılıkların her türlüsü, toplumun dokusuna bir şekilde zarar verir. Sağlıklı bir toplum yapısı ancak “denge” üzerinde kurulur.
Dünya üzerinde bütün toplumlar, kendi kültürel süreçlerine uygun bir denge oluştururlar ve bunun üzerinde varlıklarını güçlendirerek devam ettirirler. Bunun çağımızdaki en yaygın örneği Japonya gibi duruyor.
Bizde de, fiili olarak sağlayamasak da, “denge” her zaman hayati bir mesele olarak görülmüştür.
“Dengesi bozulan” az şey mi var hayatımızda? “Toplumun dengesi bozulmuş” cümlesi ne de pelesenk olmuştur dilimize!
Ne dersiniz; dengesi bozulduğunda sendeleyip düşen biri gibi, dengesi bozulduğunda toplumlar da yıkılmaz mı?
Hele iç dünyamızın dengesi ne de çabuk bozulur ve ne de önemlidir onun dengesini korumak!!
İster toplumumuzda ve ister iç dünyamızda olsun, neden huzura kavuşmak “dengeli kılmak” deyimi ile ifade edilmiştir?
Denge, demek ki bu kadar önemli yer tutuyor hayatımızda…
Değil mi ki, Cenab-ı Hakk, mukaddes kitabında: “ Biz, her şeyi bir ölçüye göre yarattık.” (Kamer/49) buyurmaktadır.
***
Milletimiz uzun sayılabilecek bir süreden beri, birçok aşırılığı bir arada yaşıyor ve bunlardan birisi de açıklık-kapalılık hususunda yaşanıyor.
Açıklık-kapalılık deyince yanlış anlaşılmasın; mesele örtünme (başörtüsü-türban) meselesi değil.
Mesele; aşırı kapanarak sosyalleşmeden yabanileşmek meselesi…
Mesele; aşırı açılarak kendi kültürümüzü terk etmek ve başka bir şeye benzemek meselesi…
Yani mesele derin…
Ne yazık ki, bu konuda da toplumumuzda ciddi bir kırılma yaşanıyor.
Esasen bir millet, iki uç konuda orta bir yol tutar, onu ortak aklı ile üretirse, aşırılıklar azınlıkta kalır ve ciddi bir tehdit teşkil etmezler.
Ama ya uç fikirler toplumun genelinde yayılır, akl-ı selimler azınlıkta kalırsa?
İşte bu durumdan korkmak gerekir.
***
Nedense bu günlerde kapalılık bir kısım insanlarımız tarafından kutsanıyor.
Bazı konular elbette gizli kalmalı, yayılmamalıdır.
Örneğin, günümüzde uygulanmasa bile, topluma kötü örnek teşkil edecek vakaların gizli kalması son derece yararlı olacaktır.
Milletimiz “İbadet de gizlidir, kabahat de” demiş ama maşallah gazetelerimizin üçüncü sayfaları, hatta tamamen üçüncü sayfaya dönüşmüş bazı gazetelerimiz hiçbir kabahati gizli bırakmıyor.
Elbette ailemiz ve mahrem ilişkilerimiz bizim kapalı alanımızdır. Buralarda bir açıklık söz konusu olamaz.
Peki, bu gibi hususların haricinde toplum içersinde insanları cinsiyetlere göre kodlayarak kaç-göç olaylarının yaşanmasına ne demeli?
Sosyal hayatta birçok alanın cinsiyetlere göre tanımlanması?
Bunlar bir yere kadar anlaşılabilir, ama bunu neredeyse yaşamın her alanına yaymak da neyin nesi?
İnsan sosyal bir varlıktır; doğal olarak karşı cins de dâhil olmak üzere hayatın bütün alanlarında sosyalleşmeli, toplumunu tanımalı ve kendini tanımlamalıdır.
Sevmek, tanımakla başlar çünkü…
Kendi toplumuna yabancılaşan bir nesil, hiçbir şeyi yerli yerine koyamaz… Sevemez ki… Hilkat garibesi olur çıkar…
***
Esasen halkımızın belleği ve zekâsı kapalılığı kıyasıya eleştirmiştir.
Milletimizin zekâsından neşet eden deyimlerimiz bunun örnekleri ile doludur.
Düşünün bir kere…
Neden bir işin içyüzünün bilinmediği durumlarda, adamın “ kazanı kapalı kaynıyor ” deriz?
Neden çevresinde olup bitenin farkına varmayan ilgisiz kişilere “gözü kapalı” denir?
Kamu vicdanın cevap beklediği sorular karşısında yapılan geçiştirici açıklamalar ise hep “kapalı geçmek” tir.
Toplum hayatına girmeden, karışmadan büyüyen kişiler ise “kapalı yetişen”lerdir hep…
Halkın belleğinde -bazı yerler istisna kalmak kaydıyla- kapanmak da kötü bir şeydir.
Birinin “ayaklarına kapanan” , alçalmıştır.
“Bahtı kapalı” olanın, talihsizliği bitmez. Ömür boyu mimlenmiştir.
“Hava kapanınca” insanların ruhsal durumu değişmiş, insan da içine kapanmıştır.
“İçi kapanan” ın sıkılmak, bunalmak kaderi olmuştur. İflah olmamıştır.
“İştahı kapanan” , yeterince beslenmemiş, sağlığı bozulmuştur.
Ya “kısmeti kapalı” olan… Kazancı azalmıştır. Evlenememiştir.
***
Bir başka açıdan bakıldığında; birçok cinsel hastalığın ve tatminsizliğin altında kapalılık yatmaktadır.
Ensest ilişkilerden tutun da at-eşek kovalayanlara kadar birçok hastalığın temelinde kapalılık vardır.
Yahut sosyal hayatta karşısına çıkan her kadından nemalanmak isteyenlerin, “denk gelen fırsatı kaçırmayanlar”ın ruh halini de kapalılık besler.
Ya, yayıla yayıla anlattığımız, rahip-rahibe fıkraları?
Bu sapkın ilişkileri besleyen kaynak nedir sizce de?
Bütün bunlar bir yana kapalılık; doğası gereği ilerlemeye karşı, tutucu ve çoğu kere gericidir. Sonuçta toplumların mahvına sebeptir.
Büyük Atatürk işte bu gerçeği pek veciz şekilde dile getirmiştir: “Medeniyetin coşkun seli karşısında direnmek boşunadır ve o, gafil ve itaatsizlere karşı çok amansızdır. Dağları delen, göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören, aydınlatan, inceleyen medeniyetin kudret ve yüceliği karşısında çağdışı kalmış zihniyetlerle, ilkel boş inançlarla yürümeye çalışan milletler yok olmaya ve veya hiç olmazsa esir olmaya ve aşağılanmaya mahkûmdurlar!”
***
Kapalılığın karşıtı olan açılmaya da halkımız, bazı istisnalar hariç, genelde iyi anlamlar yüklemiştir.
Örneğin, bahtı açılan, yüzü açılan, önü açılan, yolu açılan, iştahı açılan, dili açılan, içi açılan, işi açılan, zihni açılan…
Bunların hepsi ilerlemeye ve gelişmeye karşılık gelmektedir.
“Bazı istisnalar hariç” dedik, işte istisna haller:
“Yüzü gözü açılan” kişinin, yüzü yırtılmış, ar damarı çatlamıştır.
“Çenesi açılan”, susmak nedir bilmez.
“Açılıp saçılan” kişi, eskisine göre ölçüsüz davranışlarda bulunmaya başlamıştır.
Dedik ya başta; her şey ölçü ve denge üzerine…
Abartmadan, aşırıya kaçmadan…
***
Atalarımız tâ başından beri, İslâm öncesinden kapalılık ile açılmak arasındaki o ince çizgiyi yakalamış, bir denge üzerinde günümüze kadar taşımıştır.
İslâm öncesi çağlarda Türklerin aile mahremleri ve namus kavramının gelişmişliğine bütün kaynaklar şahitlik etmektedir.
Ama bu körü körüne bir kapalılığı barındırmıyordu.
Yine o çağlarda atalarımız bahar gelince dağ başlarında büyük şölenler düzenler, kadınlı erkekli eğlenirlermiş. Ateş yakar, üstlerinden atlayanların ruhlarının temizlendiğine inanırlarmış.
Bugün nevruz ve kardelen dediğimiz çiçeklerle şölen alanını süsler, hep birlikte şarkılar söyler, oyunlar oynarlarmış. Herkes en yeni ve temiz elbiseleri giyer, kalabalığa karışırmış.
Bugün bizim düğünlerimiz, şölenlerimiz, şenliklerimiz en eski atalarımızdan bizlere kalan kadim eğlence biçimlerimizdir.
Bunlar, erkek ile kadınların kaynaştığı, tanıdığı, gördüğü, bildiği en geniş sosyal ortamlardır.
Şöyle bir yoklayalım içimizi…
Davul-zurna, beş tam sesli saz, kemençe ile yapılan şölen ve şenlikler neden hepimizi coşturur?
Uzaktan güzel gelen davul sesine vurgunluğumuz nedendir?
Ben bu toylarda, şölenlerde başlayan nice sevdalar bilirim; ömür boyu bir yastıkta süren…
Varamayan nice âşıklar bilirim; varamadığı sevgiliye, başkasıyla evlenmeyi ihanet sayan…
***
Evet, sevgili okuyucular!
Kapanmak ve kapalılık iyi bir şey değil. Milletimizin zekâsı, belleği ve tecrübesi, etrafına duvar örerek kapanmanın ve kapalılığın iyi bir şey olmadığını söylüyor. Belki de şairin dediği gibi: “ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına” yaşamak gerekiyor.
Ha unutmadan; “Kabak çiçeği gibi açılmamak” kaydıyla tabi…