Tanpınar, şehirler için “geçmiş zamanlar içinde bir rüya” derdi. O rüyayı kaybetmekle kalmadık; şimdi o geçmişin izlerini de siliyoruz. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey, şehirlerimizi ve kendimizi tekrar hatırlamak. Çünkü beton yığınları arasında sıkışmış kent insanını kurtarmak ancak şehirlerin hafızasını yeniden inşa etmekle mümkün olabilir.
Tarih boyunca güvenlik, barınma, üretim, ticaret ve sosyalleşme amacıyla kurulan şehirler, artık insanların ihtiyaçlarından çok piyasanın taleplerine göre şekilleniyor. Alışveriş merkezleri, “rezidanslar” ve çok katlı gökdelenler, şehirlerin yeni sembollerine dönüşürken tarihi dokular, yeşil alanlar kâr uğruna yok ediliyor.
Şehirler, bireyleri “vatandaş” olmaktan çıkarıp tüketimle tanımlanan birer “müşteri “ye indirgerken toplumsal bağları da giderek zayıflatıyor.
Bu dönüşüm, yaşam alanlarımızı Yapı bozumuna uğratırken değerlerimizi ve geleceğimizi de tehdit ediyor.
Ekonomik gücün tahakkümü altında, ortak faydayı temsil eden kamusal alanlar ve ekolojik dengeler göz ardı ediliyor.
Dahası, mevcut projeler şehirleri mekânsal olarak ikiye bölüyor: bir yanda lüks yaşamın vaat edildiği hijyenik ve lüks alanlar, diğer yanda yoksulluğun ve dışlanmışlığın gizlenmeye çalışıldığı bölgeler. Bu ayrışma, yalnızca ekonomik değil aynı zamanda sosyal ve politik bir bölünmeyi de derinleştiriyor.
Böylece şehir artık dayanışmanın, birlikte yaşamanın mekânı olmaktan çıkarak bireyin yalnızlaştırıldığı, tüketimle yeniden tanımlandığı ve teknolojik güvenlik ve gözetim araçlarıyla kontrol edilen bir oyun maketi haline getiriliyor.
Fransız düşünür Foucault’un da eserlerinde ifade ettiği gibi, “modern” iktidarların bireyleri kontrol altına almak için “demokratik” hamlelerle mekânı şekillendirdikleri artık yadsınamaz bir gerçek. Günümüzde şehir planları ne kadar plansız görülse de aslında iktidarların uzun vadeli toplum mühendisliğinin resmi araçlarıdır.
Türkiye’de şehirleşme bu tezi doğrular nitelikte ilerliyor ama buna ek olarak Doğu ve Batı arasında gidip gelen zihniyet ve geç şehirleşmenin devlet eliyle hızlandırılması sonucu ortaya çıkan çarpık yapı, geç kapitalizmin kültürel mantığını da açık bir biçimde yansıtıyor.
Şehirlerimiz yıllardır niteliksiz yöneticilerin ideolojik saplantıları, iş bilmezlikleri, populist uygulamaları ya da kişisel kusurları yüzünden rant ekonomisinin ve küresel tüketim kültürünün oyun alanına dönüşmüş durumda. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” isimli eşsiz eserinde bir rüya gibi tasvir ettiği şehirler, artık beton blokların, AVM’lerin ve kimliksiz yaşam alanlarının gölgesinde yitip gidiyor. Şehirlerin bir zamanlar insanlara nefes aldıran çehresi şimdi boğucu bir boş vermişliğe teslim olmuş halde.
Bir de şehirlerimizin demografik yapısını bozan, ekonomik ve kültürel olarak şehirlerin dokusunu tahrip eden bir “sessiz istila” meselesi var.
Tanpınar’ın şehir tasvirindeki zamanla mekân arasında kurulan organik bağ kopmuş durumda. İnşa edilen şehirler bireysel ve toplumsal hafızayı silerek geleceği muğlaklaştırıyor. Bu süreç, insanı yok sayan, yalnızca hızlı tüketimi garantileyen ve toplumsal denetimi güvenlik gerekçeleriyle sıkılaştıran bir anlayışla ilerliyor.
Şehir insanı sosyal adaletsizliğin derinden hissedildiği zaman ve mekân belirsizliğinde mutlu olmaktan çok uzak görünüyor. “Varlık için de yokluk”, şehir denen hareketli oyun alanının gizli parolası.
Şehirlerimizi bu sistemli ideolojik kontrol baskısından ve devasa tüketim sarmalından kurtarmak mümkün mü?
Bu sorunun yanıtı basit ama gerçekleştirilmesi oldukça güç, ne yazık ki. İnsan ve çevre odaklı, sosyal adalete dayanan bir anlayışı benimsemeden bir dönüşümün gerçekleşmesinin mümkün olmadığı apaçık ortada. Her şeyden öte kapsamlı bir zihniyet değişimi, buna yol açacak ekonomik, siyasal ve kültürel bir yenilenme gerekiyor. Şehirleri siyasi tahakküm ve rant planlarıyla inşa edilmekten kurtarmak, ulusal ve kültürel hafızayı, kimliği ve toplumsal dayanışmayı barındıran alanlar olarak yeniden tasarlamak zorunda olduğumuz kesin. Fakat aşırı tüketerek mutlu olan ve her zaman daha fazlasını talep ederek yaşamaya alıştırılan yeni insan tipinin bu dönüşüme hazır olup olmadığı oldukça tartışmalı.
Tanpınar, şehirler için “geçmiş zamanlar içinde bir rüya” derdi. O rüyayı kaybetmekle kalmadık; şimdi o geçmişin izlerini de siliyoruz. Belki de en çok ihtiyacımız olan şey, şehirlerimizi ve kendimizi tekrar hatırlamak. Çünkü beton yığınları arasında sıkışmış kent insanını kurtarmak ancak şehirlerin hafızasını yeniden inşa etmekle mümkün olabilir.
Şehirler büyüdükçe insanlar küçülüyor.
Üstüne düşünmekte fayda var.