Bir gece bir düdük çalındı, tüfekler çatıldı, gönül mahzun olup kendisini bütün evrene kapattı, akıl, kendisini hiçe sayışımızla, daha doğrusu akılsızlığımızla alay etti. Biz, iyice içimize döndük, gönlümüzle konuşmaya, ona dert yanmaya, onun derdini dinleyip anlamaya çalıştık. Beri yanda “feleğin cırnağı demirden kuşları” pençelerini göğüslerimize saplamış ancak kan gönüllerimizden akıp vatan toprağını bir kez daha sulamıştı. Tanrı’dan başka hiç kimse karşısında bükülmeyen incecik boyunlarımıza geçirilen yağlı ilmekler, gönüllerimiz karşısında mahcup olup ne yapacağını şaşırmıştı. Vakur duruşlarımızı gören ve yedi ceddi cellat olan cellatlarımız, bizleri suçlu olarak görmeyip destanlardan çıkıp gelmiş yiğitlerle eş tutmuşlardı.
Gönül ile akıl dengesini gözetmeyince “Aklı hor göreni Tanrı’nın gazabı çarpar” ilahi buyruğu bir kez daha gerçekliğini kanıtladı. Aslında biz aklı hor görmemiş ama unutmuştuk. Gönül dağına boranlar esti, seller coştu, fırtınalar koptu, karlar yağdı. Soluğumuz yetmedi, ciğerlerimiz çekmedi, gözlerimizin ışığı tükendi, aydınlık yollar, karanlık dehlizlere dönüştü, yolsuz yolaksız, çığırsız, gönülsüz ve akılsız kalakaldık.
“Evlerinin önü yoldur yolaktır” türküsüne aldanıp çıktığımız yolculukta evlerimizin önündeyken karanlıklara gark olup evlerimizi yitirdik, “yoncalıkların ince yollarına” daldık, haykırarak çıktığımız “yurdumuzun dağları”nda kardan ve fırtınadan korunmak için tilkilerin yuvalar yaptığı derelerde soluklanıp kekliklerin öttüğü koyaklarda kışladık, gözelerden su içtik, kekik kokularının sarıp sarmaladığı dimağlarımız yeni bir esriklik yaşadı. Dağ meyvelerini azık edip gönül yoldaşlarımızla bölüştük. Yurdumuzun, yalnızca bugünkü yurdumuzun değil bütün tarih ve talih yurtlarımızın dağlarını, düzlerini, derelerini, tatlı pınarlarını, ırmaklarını, koyaklarını gönlümüze yerleştirdik, onları gönlümüzle sevdik, ne kadar kovsak da bizi bırakmayan ve akılla gönül birlikte olursa bir yabanı, kişioğlu sınıfına sokar, “yalnız gönülle yaşanmaz, ben olmazsam darmadağın olursunuz” diyen aklımız, gönlümüze olan bağlılığımızı bir kez daha kıskandı.
Bu yol bizi gönülden ibaret varlıklara dönüştürmüştü. Yola gönülle çıkıp yolu gönülle birleştirmiştik, yol, “uzun ince bir” gönül yolu olmuştu. Alkışlarımız da kargışlarımız da gönülden idi. Sevgilerimiz de öfkelerimiz de gönülden idi. Kederlerimiz, hüzünlerimiz, mutluluklarımız, mutsuzluklarımız gönülden idi. Yolun âşığı olmuştuk ve yol öz âşıklarının gönlünü “söküldükten sonra dikilmeyecek eski libaslara” döndürmüş, o da sevgisini böyle göstermişti. Sevgilinin sevgiliye nazı da azabı da bir lütuf değil miydi zaten, âşıklar öyle söylemiyor muydu?
Bir gece bir düdük çalındı, tüfekler çatıldı, gönül mahzun olup kendisini bütün evrene kapattı, akıl, kendisini hiçe sayışımızla, daha doğrusu akılsızlığımızla alay etti. Biz, iyice içimize döndük, gönlümüzle konuşmaya, ona dert yanmaya, onun derdini dinleyip anlamaya çalıştık. Beri yanda “feleğin cırnağı demirden kuşları” pençelerini göğüslerimize saplamış ancak kan gönüllerimizden akıp vatan toprağını bir kez daha sulamıştı. Tanrı’dan başka hiç kimse karşısında bükülmeyen incecik boyunlarımıza geçirilen yağlı ilmekler, gönüllerimiz karşısında mahcup olup ne yapacağını şaşırmıştı. Vakur duruşlarımızı gören ve yedi ceddi cellat olan cellatlarımız, bizleri suçlu olarak görmeyip destanlardan çıkıp gelmiş yiğitlerle eş tutmuşlardı. Ne demişti Yetik Ozan’ımız:
Yüce surları ören taş değil düşüncedir,
Kişiye uzluk veren yaş değil düşüncedir,
Suç onun eseridir, yasa onun eseri,
Dâr ağacına giden baş değil düşüncedir…
Cellatlarımız hem düşüncelerimizi hem de yağlı ilmekli boyunlarımızı dâr ağacına çekmişlerdi…
Gönül yoldaşlarımızdan, yolunuz yolumuz olsun dediklerimizden bir bölümünün kendilerine daha esenlikli ve akılla yürünen yollar bulduklarını görünce onlara uğurlar olsun deyip iyi yolculuklar diledik. Ne de olsa eski yoldaşlarımız idiler ve yol uğurdan, uğur da yoldan idi, belki de tıkırında giden işlerin sonunda kendilerine yeni bir çığır açma derdindeydiler. Gittiler, gittikleri yerde mutlu olmalılar, çünkü onlarla bir daha karşılaşıp gönülden kucaklaşamadık. Onlar, akıllarını seçmişler, gönüllerimizi bize bırakmışlardı, biz ise gönülden uzak ne bir soluk alabilir ne kimseyle söyleşebilir ne de var olabilirdik. Benlerimizle gönüllerimiz ayrılmaz biçimde kaynaşmış, benlerimiz gönüllerimizin buyruğuna girmiş, adeta onun içinde yitip gitmişlerdi. Biz, gönülden ibaret varlıklara dönüşmüştük ya da bize öyle geliyordu.
Cılız bir ses, gönülle aklı birleştirin diye fısıldadı ama bu sesi duyan oldu mu bilinmez!
Ve son söz Atsız bir yol büyüğünden…
Bugün yollanıyorken bir gurbete yeniden
Belki bir kişi bile gelmeyecektir bize.
Bir kemiğin ardında saatlerce yol giden,
İtler bile gülecek kimsesizliğimize…
Gidiyorum gönlümde acısı yanıkların
Ordularla yenilmez bir gayız var kanımda.
Dün benimle birlikte gülen tanıdıkların
Yalnız bir hatırası kaldı artık yanımda…