Televizyon öncesi üç tarafı denizlerle kuşatılmış Anadolu insanının büyük bir çoğunluğu denizi hiç görmemişti. Deniz kenarlarında tatil yapmak belirli gelir düzeylerindeki kişilere özgüydü.
O zamanlar biz Anadolu çocuklarının pek çoğunun tatil mekanları büyüklerimizin köy ve kasabalarıydı. Öykümüzde bir köyde geçiyor zaten…
Ben dokuz yaşlarındayken ablam Fatma benden üç yaş büyüktü. Fakat görünüşte ben ablamdan daha büyük gözüküyordum. Ailemizin tüm üyelerinin gözü hep ablam üzerindeydi. Canlı bir iskelet gibi gezen ablam yemez içmezdi. Bir lokma yedirebilmek için annem adeta her gün bir ziyafet sofrası hazırlardı boşu boşuna. Memlekette gidilmedik hacı hoca doktor kalmadı. Fakat hiç birisi çare olamadı. Günbegün onu kaybedeceğimiz korkusu yaşarken babamın sarraf dükkanına bir insan gelir.
-Selamün aleyküm Selim Efendi.
-Aleyküm selam Abidin kardeş. Hangi rüzgâr attı seni böyle?
-Bizim ortanca oğlan Bekir’i evereceğiz Allah nasip ederse. Altın alacağız deyince aklıma sen geldin.
-Tabi… Nasıl bir şeyler istersin?
Altınlar alınıp kahveler içilirken Abidin amca babamın yüzündeki hüznün nedenini dayanamayıp sormuş.
-Selim gücenmezsen seni böyle hüzünlendiren şeyin sebebini öğrenmek isterim. İşler mi bozuk, dermansız derdin mi var Allah korusun.
-Yok çok şükür fakat, kızım Fatma gözümüzün önünde her gün eriyip gidiyor. Gitmedik bakmadık hoca doktor kalmadı. Bir lokma yediremiyoruz.
-Darılmazsan sana bir şey söyleyeceğim.
-Yooo söyle nedir?
-Fatma kızımızı bizim köye götüreyim. Orada temiz hava iştahını açar iştahı yerine gelir. Benim çocuklar maşallah elma yanaklı, gürbüzler.
-Sağol Abidin kusura bakma ama tıbbın çare olamadığına köylük yerde nasıl çare bulacaksın? Fatma oralarda üç günde ölür.
-On günde beş kilo almazsa gel ne dersen de ne yaparsan yap. Fatma’yı bizim de evladımız belle. Üç günde yüzüne kan gelmeye ve kilo almaya başlamazsa geri getiririm. Allah billah aşkına…
O akşam evde başlayıp gece yarısına kadar süren tüm karşı koymalara babam dedemi ilk defa kırarcasına karşı çıktı ve kararını verdi.
-Bu bizim son umudumuz. Denemediğimiz ne kaldı. Fatma’yı yarın sabah köye bırakacağım. Yanında Nuri’de gidecek…Göz kulak olur canı sıkılmaz.
Sabah bir bagaj dolusu yiyeceklerle köye vardık. Bizi Abidin amca ve eşi karşıladı. Babam bir kahve içip gözü ve gönlünü arkada bırakarak şehre döndü. Köy yerinde al yanaklı çocuklar koşturup oyunlar oynuyorlardı. Kaynaşmamız uzun sürmedi bende oyunlarına katıldım. Uzun eşek, çember çevirme biz oğlan çocuklarının oyunlarıydı. Kızlar bir duvar dibinde evcilik oynuyorlardı. Ya da yağ satarım bal satarım oynuyorlardı.
Köyde her yer sokaktı. Köyden şehre giden minibüs yanında bir iki taksi vardı. Araç korkusu olmaksızın rahatça koşturuyorduk. İlk günler nefesim erken kesilse bile alışmam fazla zaman almadı. Bağlarda bahçelerde tüm meyveler bize bedava sunulmuş ikramlardı. Kollarımıza silerek yediğimiz elmaların, armutların, domates ve biberlerin tadı bir başkaydı. Yemek saatleri aç kurtlar gibi kalabalık yer sofrasına sıkışmaya çalışırdık. Ablamla sadece bu anlarda görüşebiliyorduk. Biraz kilo almasını benzine kan gelmesini pek fark etmiyordum. Ama mutsuzda gözükmüyordu.
Akşam yüzümüz biraz asık olduğunu gören ev sahibimizin oğlu yaşıtım Nurettin nedenini sordu. Onlar gibi eşeğe binmeyi çok istediğimi söyledim. Nurettin ağzını kaparak bir kahkaha attı.
-Bu senin şehirde bisiklet sürmene benzemez. Zor iş, düşersen sakat filan kalırsın.
Şehirli nazik çıtkırıldım olarak görülmem canımı sıkmıştı. Ayağa kalkıp kararlı bir ses tonuyla konuşum.
-Düşmem!
-Eh bende günah gitti. İkindi sonrası eşek yarışımıza sende katıl.
-Tamam.
Gece rüyalarımda kendimi kanatlanmış pırıl pırıl bembeyaz bir eşeğin sırtında bulutlarda uçarken görüyordum. Gökkuşağının bile üzerinden geçiyordum. Nihayet eşekler ikindi sonrası köye dönmeye başladı. Bir kısmı köyün ötesindeki kül yığınlarına gidip küller içinde bir güzel kül banyosu(!) yapmaya başladılar. Meğer bu banyoyu üzerlerindeki türlü haşere ve böceklerden arınmak için yaparlarmış. İçlerinden en gösterişli olanına yular takan Nurettin bir kayanın yanına getirip binmeme yardım etti. Heyecan ve mutluluğum sanki yarışıyordu. Kısa bir tur sonrası Nurettin ’yuları sıkı tut ve bırakma ‘ deyip beni eşekle başbaşa bıraktı. O ana kadar uysal olan eşek birkaç metre gittik gitmedik sıkı bir kıç attı, kaç takla attığımı bilmediğim bir şekilde duvar dibindeki çalılıklar üzerine fırlattı. Ben ne olduğumu anlamadan ayak üstü yumuşak bir çukura düştüm. Etrafta onca kayalıklar ve sert toprak zemin varken benim bu yumuşak yere düşmem ilk mucizemdi.(!).Evet burası bir lağım çukuruydu. Yavaşça aşağıya doğru çekiliyordum, boynuma kadar gömülmeden etrafındakilerin uzattıkları sopalara tutunarak bokta boğulmaktan kurtulup buz gibi köy çeşmesinin altında kendime gelebildim. Giysilerimle iyice bir yıkanıp titreyerek eve döndüm, orada yeniden ılık bir suyla yeniden yıkandım. Şaşkınlığımın yerini utancım almıştı. Köy çocukları kim bilir neler söyleyip alay ediyorlardı. O gün hiç yataktan çıkmadığım için ablamı göremedim. Sonraki iki gün sundurma altındaki ‘Sinekci Neneyi’ izlemekle zaman geçirdim. Bu sevimli gözleri görmez seksen yaşlarındaki nene gün boyu üzerine dökülen yemek artıklarına konan sinekleri avlamakta tam bir ustaydı. Her sinek konmasında ‘Rabbım’ diyerek onlarını hafifçe ezip önündeki sinek dolusu iri bir kaba bırakırdı. Meğer zamanında köyün en güzel gözlü kızıymış. Dediğine göre göze gelmiş.
Köyde bunlar olurken baba ocağımda sıkıntılı günler geçmek bilmiyormuş. Her gün dedem başta olmak üzere tüm ailem Fatma’yı merak edip babama kızıyorlarmış. Annem rüyalarında ablamı aç susuz çöllerde tepesinde akbabalar dönerken görmeye başlayınca, babam Abidin amcaya verdiği süreyi beklemeden ev halkıyla öğle sonu köye doğru yola çıkmışlar. Abidin amcanın evine geldiklerinde gördükleri manzara şuymuş. Geniş avlunun bir köşesinde büyük küçük on kadar çocuk birbirinin sırtına binercesine bir şeyler almaya çalışıyorlarmış. Bizimkiler birkaç dakika korkulu gözlerle ablamı ararlarken boğuşan kalabalığın altından ablam elinde bir parça ekmekle fırlayıp onlara doğru koşmuş.
-Alın alın hemen yiyin yoksa aç kalırsınız!
Evet, onca hacı hoca doktorun bulamadığı ablamın hastalığına çareyi Abidin amca bulmuştu. Abidin amcanın çocukları ve torunları arasında bilerek aç bıraktığı ablam birkaç günde pes etmiş, yüzüne kan gelmiş ve zıpkın gibi bir çocuk olmuştu. O yazdan sonra babam ben ve ablamı köye onbeş günlüğüne tatile gönderirdi. Tek şartı vardı: benim bir daha eşeğe binmemem.
O tatilde bende bir şeyler öğrenmiştim. Bizi hayata bağlayan o tutkuyla bağlandığımız servetlerimiz, hazinelerimiz değilmiş. Ben o gün bir bok çukuruna değil de dünyanın en büyük hazinesine düşseydim ya sakat kalacaktım ya da ölecektim.