Mahmut bey, Anadolu’nun bağrından kopup gelen yetenekler deryasında boğulup gitmeye mahkûm nice yeteneklilerdendi. Resim, musiki ve edebiyat sadece bunlardan üçüydü… Validesinden miras resim yeteneği bunlardan bir adım önde gitse bile şiirler ve çocuklar için yazdığı az sayıda olsa bile öyküleri vardı. Gençlik yıllarında çok güzel Türk Sanat Musikisi söylese bile eşi ve kızları maalesef bu ziyafetlerden erken mahrum kalmışlardı. Fakültede çalıştığı yıllarda hepsi genç kız olan dinleyicileri onun (Veda Busesi) şarkısını her derste dinlemek isterlerdi. Hatta birkaç öğrencisi ‘Hocam ne yaptınız’ diyerek salya sümük sınıftan çıkmışlardı. Anlattığı ailesi, zavallı gençler belli ki bu işkenceye fazla dayanamayıp kaçmışlar diye ciddi ciddi takılırlardı.
Musiki sevdası bitse de yazma ve çizme sevdası hiç bitmedi ve bitmeyecekti. Nice labirentlerden geçtikten sonra (kendi deyimiyle) nihayet bir fakültenin resim bölümünden mezun olup önce bir orta okulda resim öğretmeni olmuş, bitmez tükenmez azmi sayesinde taşrada bir fakülde de görev almayı başarmıştı. Bütün sanat akım ve sanatçıların hayat ve tarzlarını ezbere bilirdi. Klasik resim sevdalısıydı… Leonardo Vinci açık ara önde gitse bile Modigliani’nin her biri birbirine benzeyen uzun yüzlü hüzünlü gözlerini de çok beğenirdi. Sanatın tüm dallarında olduğu gibi soyut resimleri hiç anlamaz ve sevmezdi. Ona göre bu tür çalışmalar klasik resmi beceremeyen bir yığın entel dantel saçmalıklarıydı. Çocuklarından hiç birisi babalarına bir nebze olsun çekmemişlerdi. Eşi Hayriye Hanım temizlik hastası bir ev kadınıydı. Bazen bu işi fazla abartırdı. Onun yağmur yağarken 5.kattan camları silmeleri görenlerin yüreklerini ağızlarına getirirdi.
Son yıllarda Hayriye Hanım Mahmut hocaya göre temizlik deliliğini (!) had safhaya çıkarmış çok sevdiği yağlı boya çalışmalarını yapmasına izin vermez olmuştu. Öyle ki o çok beğendiği kendine göre birer şaheser olan at tabloları (çıkarınca duvarda iz bırakır) diye dolabın arkasına konulmuştu. Katıldığı birkaç karma sergisinden (kendine göre anlaşılmadığı için) biraz da soğumaya başlamıştı resim aşkından istemeye istemeye… Yine de suluboya çalışmaları için ortalığı dağıtmama, boyaları ve suyu dökmeme koşuluyla Hayriye Hanım’dan müsaade almıştı.
Bir gün televizyondaki sanat programından Kültür Bakanlığının açtığı büyük ödüllü resim yarışması ile şansını son kez denemek istedi. Büyük kız evlenme öncesindeydi, az da olsa bir ikramiye onu rahatlatabilirdi. Yarışma konusunu eşi de (hiç olmazsa ortalıktan karaltıları kalkar düşüncesiyle) desteklemişti.
Geçmek bilmeyen günler sonra Ankara’ya giderlerken eşine bir lacivert döpiyes takım ve kendisine bir laci takım çekti. 13 sene sonra ilk kez bir takım elbisesi olmuştu. O akşam Mahmut Bey şiir dinletisinden de umduğunu bulamamanın sıkıntısıyla eve döndü. Sabah eserlerinin paketlenmiş olmasına çok sevindi. Üzerine rumuzunu ve adresini yazıp erkenden kargoya gitti. Yarışma sonuçlarından pek de umutlu olmadığı için unutmuştu bile. Bir sabah çalan telefona attığı çığlıklar yıllar süren suskunluğunun bir dışa vurumu gibiydi.
Yaşadığı anlaşılmayan uzun yıllar gözlerinin önünden filim gibi geçmeye başladı. Bu anları seyretmek ona her seferinde garip bir huzur veriyordu. (Belki de bedava olduğu için.) Mesela ilk ressamlığa okuldan getirdiği tebeşirlerle asfalta resimler çizerek başlamıştı. Tabi önce evdeki ağabeyinden kalan defter ve kitapların boşluklarına çizdiklerini saymazsak. Sonra okuldaki duvar gazetesinin kadrolu baş ressamı (!) oldu. Ortaokulda hayatına yön verecek kişi resim öğretmeni yeni mezun Naciye Hoca olacaktı. Uzun boylu olduğu için sınıfın en arka sıralarında oturmasına karşı, nasılsa hocası bu cevheri (!) keşfetmişti. Dersin çoğunda yanına oturup ona bilmediği bilgiler verip, hatalarını gösterirdi. O yıl ilk dönem karnesinde resim ve Türkçe dersleri hariç bütün dersleri zayıftı. İnsan bedenden ve müzikten nasıl zayıf alabilirdi? Terliksi hayvanların bölünerek çoğalması nasıl oluyordu, hiç gören var mı? Fi tarihli savaşlarda orduların sayısı, yenenler ve yenilenler, yapılan anlaşma maddeleri tek tek yazılmalıydı. A noktasından 100, B noktasından 70 km. hızla giden araçlar nerede çarpışırlardı? Ya da açık bırakılan bir musluk, yine açık bırakılan bir havuzu kaç zamanda doldururdu? (Hiç kimse demez mi ki, kapatın havuzun tıpasını, dolsun. Bu su israfı niye? Dünyada susuzluk var iken) Neyse o yıl birazda şansın yardımıyla sınıfı geçti. Ama ertesi yıl direk ikmale kaldı. Tabi ‘Bu oğlan okumaz bari bir zanaat sahibi olsun’ diye Sanat Okulu Motor bölümüne yazıldı. O yıl orada da istikrarını (!) sürdürüp sınıfta kaldı. Yahu motor kim O kim? Aralarında Mariana çukuru ile Everest Tepesi kadar fark vardı. Yeni okul kitaplarının boş yerlerine resim yapan, şiir yazan biriydi. Ne o, sekman, piston, silindir, krank mili… Buraya bir parantez açalım, yüz elli metre uzaktaki motor atölyesinde bunların hepsi varken hoca elleriyle silindir içinde pistonun aşağı yukarı çıkması aklılarına kötü kötü şeyler getiriyordu. Yine de sadece bir yıl sınıfta kalıp doğru dürüst bir bilgi edinemeden mezun oldu.
Neyse, beklenen o günde geldi. Sabah erkenden yeni giysilerini giyip yola çıktılar. Adeta uçarak eserlerin sergilendiği salona gittiler. Mahmut bey, heyecanla birincilik kazanan eserini görmek istiyordu. Fakat, çok şaşkındı. Çünkü kazandığı eserin altında isminin olmasına rağmen eser onun değildi. Bütün salondaki resimleri birer birer dikkatlice inceledi, ismini bulamadı. ‘Bunda bir yanlışlık var’ diye üzgün bir şekilde eşine seslenirken, eşinden müjdeyi aldı. ‘Bey, bey bu eser senin, tanımadın mı? Çok tozlanmıştı. Önce deterjanlı suyla bir güzelce sildim. Sonra da kurulayıp paketledim. Eşinin yaptığı bu temizlik deliliği ilk kez onun hoşuna gitmiş ve çok mutlu etmişti. Yüzlerce eser arasından birinci seçilmiş ve büyük ödüle layık görülmüştü. İş bununla da kalmadı, tablolarını beğenen bir iş adamının sonradan görme karısı ikisine de bir ev parası kadar para teklif etti. Mahmut bey düşünmeden ve bayılmadan teklifi hemen kabul etti. Artık O da sanat dünyasının yeni güneşi olacaktı. Savulun, soyut resmin dehası önünde saygıyla eğilin, O geliyordu artık…
Eve dönüşünde yıllardır anlaşılmayan şiirlerini tekrar gözden geçirdi. Bu sefer hiç ilgisi olmayan kelimeleri artarda sıralamaya başladı. Ortaya kendinin de anlamadığı bir yığın abuk sabuk kelimelerden oluşan yeni nesil şiirleri çıktı. Bir örnek verecek olursak;
KELEBEĞİN KOKUSU
Her rüzgâr bulutlar arasından ona seslenen bir güneşin kokusu
Bazen martıların kanatları suya değer ıslanmazdı
Begonviller yeşil saçları arasında güzel bir ahenk oluşturunca
Amazondan gelen bir kuş sesi onu tatlı rüyasından uyandırır
Hayatın anaforlarına dikey geçiş yaparken
Bilmez yangınlardaki suskunluğumu
Anaforlarda kaybolurdu çaresizliği
Yeter yahu bu kadar edebiyat cinayetine bende dayanamıyorum. 70’inden sonra şöhret olmak benim neyime diye haykırdı…