Yaşanan krizler bile bize yaşadığımız türlü türlü sefaleti düşünme ve anlama imkânı vermiyorsa burnumuz daha çok sürtülecek demektir. Tanrı hak edene hak ettiğini verir. “İnsan için yalnızca çalıştığı vardır”. Kanun budur, değişmez.
Türkiye, başına gelenlerin ne olduğunu henüz görebilmiş değil. Ne oldu da her şey altüst oldu? Yıllar içinde adım adım neler, nasıl yapıldı ki elimizde avcumuzda ne varsa gitti?
Yıllar yılı hep birtakım sözler verildiğini gördük. Öyle inandırıcı bir dille söylendi ki geniş halk kitleleri söyleyene güvendi. Öyle ya, adam her ağzını açışta Tanrı’dan mesaj almış gibi konuşuyordu. Hem havucu, hem sopası buydu.
Bir iki, üç.. beş.. on.. on beş.. hiçbir dediğinin olmadığını, verilen sözlerin tutulmadığını görenler gördü. Sade vatandaş ancak cebinin iyice boşalmasıyla durumun farkına varma belirtileri gösterir hale geldi. “Acaba?” diyenlerin cılız ve ürkek sesi duyulmaya başladı.
Yönetenlerin Tanrı adına konuşur edaları yine değişmedi. Yine aynı havuzdan sözler devreye girdi: Yönetenlere göre hiçbir şey görüldüğü gibi değildi. “Dış güçler”in, Türkiye’nin, aslında bu Allah adamının önünü kesmek istediğini yıllarca devlet imkânları, yüzde doksan medya desteğiyle devamlı pompaladılar. O “Allah adamı”, “Allahın izniyle” bunları da aşacaktı.
Bu sözler hep bozdu
Baktılar ki halk buna da inandı, “Ben neymişim be Abi?” böbürlenmesinin “göklerden gelen haberi” başka bir ilhamla şekillendi. Öyle bir söz etmeliydi ki dünyaya tam meydan okuduğumuz görülmeliydi. Bomba hazırdı. Nasıl olsa engel yok. Uydur uydur söyle! Aklına eseni yap! Meydan senin! “Faiz sebep, enflasyon sebep” gibi görülmemiş, duyulmamış bir tez de uydurabilirsin. Hakikaten uydurdu ve sanıldı ki dünya onun isteğiyle tersine döndü. Ve sanki yaradılış yeniden şekillendi. Peki sonuç ne?
Tanrı tanrılığını kimseye bırakmadı. Koyduğu kuralları kimse için değiştirmedi. Öyle bir şey dünya kurulalı olmadı ki şimdi olsun.
Yine dönüp dolaşıp oraya geliyoruz: Suç varsa bizde, kabahat varsa bizdedir. “Ben isterim öyle olur” demenin nasıl bir psikolojiyi yansıttığını yine düşünmedik. Şaşkınlıklar, şoklar normalleşmeye başladı. İçerde durum bu olunca, dünyanın aklı erenleri, “Türkiye’dir ne yapsa yeridir” demekten öte bir değerlendirme yapamaz oldular. Utanmaktan yüzümüzde başka ifadeler görünmez oldu. Bu akıl dışı işleri önleyecek sözleri edemedik, hareketleri gösteremedik. Ensemizde boza pişirilmesini sonuna kadar hak ettik.
Dahasını söylemek de yanlış değil! Yaşanan krizler bile bize yaşadığımız türlü türlü sefaleti düşünme ve anlama imkânı vermiyorsa burnumuz daha çok sürtülecek demektir. Tanrı hak edene hak ettiğini verir. “İnsan için yalnızca çalıştığı vardır”. Kanun budur, değişmez.
“Ele verir talkını…”
Dinden yürüyen siyasetçinin yolunu açan din adına otorite kabul ettiğimiz, doğrusunu eğrisini konuşmadığımız, aslında manadan uzak, maddeci-talancı anlayışın doğurduğu yapıdır. Onu başınıza siz bela edersiniz. Düşünmeden, anlamadan, eleştirmeden dediğini doğru kabul ettiğiniz anda teslim bayrağını çektiniz ve onun kullanım alanına girdiniz demektir.
Kolay kurtulamazsınız. Camiden dışarıya çıkması ve hayata yön verir hale gelmesi sizinledir. Sonrasını biliyorsunuz: “Ele verir talkını/Kendi yutar salkımı”.
Bunu biz bilirdik. Hep söylüyorum, bu tip cami adamının dediğini tutmaktan ve gittiği yoldan gitmemekten bahseden bir şifahi kültür ölçüsü vardı. Eskiden dediğine de pek itibar edilmediğine bakılırsa ona da inandığı söylenemezdi. Halk, onun dediklerinin, Sultan Alparslan’ın dediği gibi, yaşadığı “temiz müslüman”lığa uymayan uydurmalarla dolu olduğunu seziyor ve süzüyordu. Türk toplumunun yaşama ölçüleri sağlamdı.
Halk ve devlet aynı çizgideydi
Halk bu sahteciliği biliyordu. Hayatını onların düzenlemesine de fırsat vermiyordu. Devlet de onlara o fırsatı vermiyor, ileri giderlerse tepelerine biniyordu.
Çokça yazdım, Genç Osman’dan itibaren Osmanlı Türkiyesinde yaşanan bütün ihtilallerde bu cami adamının ağa babaları, sözüm ona âlimler(ulema) vardır. İçlerinde gerçekten değerli olanları da çoktur. Dünya gücüne, iktidara göz dikmişlerdir. Hırslarına yenilmişlerdir. Merkezi sarsmalarının sebebi budur.
Mazur görülmezler, görülmemişlerdir. Devleti istikrarsızlığa sürükledikleri her ihtilalden sonra cezalarını çekmişlerdir. Devlet, kendisine ve kut almış kabul ettiği hanedana karşı işlenen suçları affetmez. Bunlar tarihtir, devlet geleneğinin dünden gelen olmazsa olmazlarıdır.. bileceğiz.
“Uçan kuşa borç”
Bütün yaptıklarında sadece yağma ve talan düşünenin yalnız sıkıntı doğurması kaçınılmaz sonuçtur. Yaz-bozlar da bunun içindir. Bunu ancak halk önleyebilir. Olan bitenin farkına vararak önleyebilir. Hatırlayın, en çok yaz-bozun ihale düzenlemelerinde(İhale Kanunu 191 kere değiştirilmiş) yaşanması, iktisatçılarca yağma rejiminin en etkili sonucuydu.
Bunlar gözümüzün önünde oldu. Bütün etkilerini yaşadık. Buna rağmen sanki biz yaşamıyormuşuz gibi davranıyoruz. Niye bu halde olduğumuzu soramıyoruz. Olanı biteni anlayamıyoruz. Bir el yaratılan bu sefaleti tutup bir yerlere taşıyor. O el halkı daha beteriyle korkutuyor. Hâlbuki durum gayet açık, yönetenlerin derdi sadece kendileri ve kendi cepleri. Ülkenin hazinesi boşaldı. Uçan kuşa borçlu haldeyiz. Buna kim sebep olduysa soracağız. O varlıklar nereye gittiyse soracağız.
Tarihsiz ve köksüz
Bizde tarih boyunca böyle bir keyfiliğe rastlanmaz. Tarihe yan bakanlar görülmüştür; fakat tarihsiz ve köksüz iktidarlar görülmemiştir.
Açık konuşulacak bir mesele üzerindeyiz. Bizi yöneten heyetin tarihle arası açıktır. Türkiye’de yaygın problemimiz kendini, yani tarihini bilmemektir. Şimdiki yönetici elitin tarih kurgusunun tarihle ilgisi yoktur. Tarih bilmezler, evet bilmezler. Tarihsizlik değer bırakmaz. Bu değerden yürüyenlerin değersizliği Freud’ün öğrencileri için bulunmaz psikolojik laboratuvar malzemesidir.
Derler ki kişi kendi yaptığını başkalarına türlü şekillerde yansıtır. “Onlarda o yoktur” derken kendinde olmayanı söyler. Aslında suçlu ve suçladığı kendisidir. İktidarımızın yaptıklarında görünen hep bu durumdur.
“Maarif Modeli” mi dediniz?
Maarif reformu denen ucube de psikoloji biliminin tespit ettiği “yansıtma”nın çok açık örneklerinden biri. Bakınız reform taslağı ne diyor: “Yalnızca medeniyete uyum sağlayan bir nesil değil, etkin olarak medeniyet kurucusu ve geliştiricisi bilge nesiller yetiştirmeyi hedefleyen eğitim felsefemiz doğrultusunda ahlaklı, erdemli, milleti ve insanlık için iyi, doğru, faydalı ve güzel olanı yapmayı ideal edinmiş öğrenci profili modele temel oluşturmaktadır (s. 4).”
Gel de anla! Sahtelikte hudut tanımazlığın böylesi kolay kolay gelmez. Nasıl inanacağız? Burada sayılan değer ifade eden kavramların hiçbiri 22 yıllık iktidarımızda görülmüş şeyler değildir. Sayılan kavramlarla anladığımız ve yaşamaya çalıştığımız değerleri yıkmış bir heyetten bahsediyoruz. Ahlâk, erdem, iyi, doğru, faydalı ve güzel gibi kavramların, devlet gücünü eline verdiklerimiz için sadece nutuk değeri vardır. Tekrar ediyorum, kendisi yoktur. Bunu yıllardır yaşayarak gördük. Apaçık bildiğimiz bir husustur. Yine kandıracaklarını ve kanacağımızı sanarak yapıyorlarsa burada ahlâk dışı bir ahlâkın hâkimiyetini sorgulama mecburiyeti gereklilikten öte âcil ve elzemdir. Milletin bir daha, bir daha kanacak hali kalmadı.
Oyunu görmek yetmez
Bunun adını koyarak deşifre etmezsek kurtulamayız. Yalana yanlışa sessiz kalan ona ortaktır. Maarif Modeli’nde en çok geçen kelimelerden biri “ahlâk”mış. Bu da Freud’ün öğrencilerinin açacağı bir mesele halinde önümüzdedir. Psikologlar, bu tekrarların, ahlâksızlığı işaret ettiğini, yani tersini yansıttığını söyleyeceklerdir. Bunu görenler ve bilenler var. Mevcut Millî Eğitim Bakanımız, en kötüler arasında ilk sırayı kaptığını bilmem görebilecek mi?
Bakın, taslakta neredeyse yukarda aldığımız cümlelerin benzeri, kavram tekrarlarıyla şöyle veriliyor: “Türk eğitim sistemi bütün ideolojilerin üstünde millî bir şahsiyetin oluşumuna katkı sağlamak ve millî bilince sahip şahsiyetlerden oluşan bir toplum oluşturabilmek adına ahlaklı, erdemli; milleti ve insanlık için iyi, doğru, faydalı ve güzel olanı yapmayı ideal edinmiş bilge nesilleri hedefler (s. 5)
Bu cümlelere bakarak döne döne söylenecekler açıktır: Bakan Bey’in ve bu heyetin bu sıfatlara sahip olduğunu düşünen ve hareket tarzının uyduğunu düşünenler varsa onlar da katılsınlar, tartışalım. Olan biten üzerinden tartışalım. Yaşadıklarımız üzerinden tartışalım. Konuşulduktan sonra da inanacak bir aklı başında adam çıkarsa şaşmakla kalınamaz, bozulmanın son kertesinin işareti de odur.
Bu modele benzemez modelin de doğmadan çöp olduğunu adım gibi biliyorum. “Türkiye Yüzyılı” kandırmacasıyla beraber kullanılması zaten hepten ve toptan bozucu bir etkiyi duyuruyor. Milletin çocuklarıyla, hayatıyla, tarihiyle, diniyle bu kadar oynanmaz.