Cahit Külebi için rüzgâr bir geçmiştir ki, eski dostlardan, sevgililerden, yaşadığımız o eski iklimlerden, köylerden, kıyılardan, kokular getirmiştir, anılar…
“Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim
Nerelerde geçmiş tozmuş
Öğrenemedim
Besbelli denizden çıkıp
Kıyılar boyunca gitmiştir
Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu
Yüreğini allak bullak etmiştir
Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru
Bulutları koyun gibi gütmüştür
Okşayıp otları yaylalarda
Büyütmüştür
Köylere de uğradıysa eğer
Islak, karanlık odalarda beşik sallamıştır
Güneş altında çalışanlara imdat eylemiştir
Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru
Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz
Kıraçlarda mavi dikenler
Toz toprak gözlerine gitmiştir
Kentlere de uğramış ki yanımdan geçti
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür
Bir gülüp, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir
Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim
Soraydım söylerdi herhalde
Soramadım”
Sabâ divan şiirinde sık kullanılır. Hafif ve latif eser. Postacı gibidir sevgiliden haber getirir. Ya da koku…
Feryadını figanını taşır sevgilinin…
Nef’i’nin sabâ redifli gazelinde bu içli esintinin tüm özellikleri şiire konu olur.
“Girîh-i kâkülüne dilleri bend etti sabâ”
Saba rüzgârı âşıkların gönüllerini sevgilinin saçının düğümüne bağlar.
“Nev-bahar erdi hevâ gâliye sây oldu yine
Nefes-i bâd-ı sabâ nâfe-güşay oldu yine”
“Saba ki dest ura ol zülfe müşk-i nâb kokar
Açarsa ukde-i pirahenin gül-âb kokar Nedim”
Saba zülfüne el vurursa saf misk kokar. Gömleğinin düğümünü açarsa gül suyu kokar.
O kadar çile çeken İçimizdeki Şeytan’dan bizi haberdar eden Sabahattin Ali rüzgârsız yapabilir mi? O kadar zindanda yatan hele hele Sinop Cezaevinde dalğaların kıyıya vurmasını işiten bir mahkûmun rüzgârsız yapması mümkün mü?
“Bu dağların bir rakibi varsa rüzgârdır
Rüzgâr burada tek başına bir hükümdardır”
Sabahattin Ali de Necip Fazıl da aynı dönemin şairleri ve benzer esintileri var rüzgâr ile ilgili…
“Ey dağların dertlerini dinleyen rüzgâr
Benim artık yalnız sana itimadım var
Büyük temiz bir arkadaş arıyor ruhum
İşte rüzgâr şimdi sana sığınıyorum
En asil şey seni buldum kâinatta
Deniz gibi muamma değildir rüzgâr…
Bir dev gibi küçük mızmız sesleri yersin
Allah gibi görünmeden hüküm sürersin
Düşmanıyım ben de cılız güzelliklerin
Rüzgâr! Bu dağ başlarında çırpınan sensin
Kanatların gökyüzünde akan bir seldir
Bana kudret ve cesaret veren bir eldir
Beşerlikten uzaktayım senin ülkende
Senin gibi azamete âşıkım ben de
İşte rüzgâr! Senin gibi ben de deliyim
Islıklarım senin gibi inlemelidir
Herkes beni ürpererek dinlemelidir
Rüzgâr sana yalnız sana benzemeliyim”
Necip fazıl da “Bana kim göklerden bir haber yollar” diye sormaktadır. Elbette ki rüzgâr…
Turgut uyar da rüzgârın göğsünde yatmak istemektedir.
“İstemem kimsenin öldüğünü
Bırak rüzgâr bırak anlatayım
Bir ulu meşenin dibine otur sen
Göğsüne yatayım
Bir başka havalar getir biraz
Ihlamur koksun, sakız koksun
Çapadan dönmüş terli terli
Kız koksun
Tepeden koksun ardıçlı, çamlı
Siirt koksun, Boyabat koksun
Hür güzel günler içinde
Canım hayat koksun”
Sezai Karakoç’un da rüzgâr şiiri var. Erişemediği bir yâr ancak rüzgâra salar gelinliğindeki duvaktan kokusunu ona…
“Uçurtmamı rüzgâr yırttı dostlarım
Gelin duvağından kopan bir rüzgâr
Bu rüzgâr yüzünden bulutlar yarım
Bir rüzgâr yüzünden bana olanlar
O ceviz dalları o asma o dut
Gül gül mektup mektup büyüyen umut
Yangından yangına arta kalmış tut
Muhabbet sürermiş bir rüzgâr kadar”
Muhabbetler ancak bir rüzgâr kadar sürer öyle ya… Sonsuza kadar esemez ya muhabbet!..
İlhan Berk’in de dünyalar kadar eski rüzgârı birçok insan yüreğini dolaşmış da gelmiştir.
“Bir rüzgâr dünyalar kadar eski
Anaların çocukların gözlerinde
Toprağa suya öyküsü işlemiş
Dolaşmış nice insan yüreğini
Köroğlu’nda asıl yerini bulmuş”
Pablo Neruda da Asya’nın rüzgârlarını yorar:
“İşte rüzgârda
Bağ çubuklarının arasında
En iyi insanları devşirdim
Şimdiyse dinlemeniz gerek beni”
Der…
Devamı var