Onlar var olsunlar! Yalnız, onlara da bir borcumuz var: Şu göç meselesini çok geçmeden ele almalıyız. Yönetenleri uyarmalı ve zorlamalıyız. Yoksa başımıza neler geleceğini az çok tahmin edenler de dâhil kimse bilemez.
Bizim için vatan duygusu iman meselesidir. “İman”ı doğrudan doğruya dinî bir tabir olarak alsak da böyledir. Dünyayı kavrayışımızda yaradılışın kanunları her zaman devrede kalır. Esasen, seküler veya diğer bir ifadeyle pozitif(tabii) hukuk da bu işleyişi gözetir. Dolayısıyle her durumda akılla kavramaya çalıştığımız bir alandayız. İnsandan ve hayattan soyutlanan bir din olamaz. Dinleri anlaşılmaz, içinden çıkılmaz ve bir yerde yaşanmaz hale getiren anlayışların rollerinin tartışılması insanlığın temel meselelerinden olagelmiştir.
Dönüp dolaşıp din konusuna gelmemize şaşılmaz. Oradan vuruluyoruz. Gözün gördüğü ve fizik şartlarıyla yaşadığımızı anlamak ve anlatmakta dolambaçlı yollara girilmesine de şaşılmaz. Din alanını parselleyenlere teslim olunursa bu çözülmez ağa düşmeye de şaşılmaz. İpin ucu onlara geçerse, yapacakları bellidir. Reddeder göründükleri dünyaya ve dünyalıklara sımsıkı sarıldıkları açığa çıkar. Giderek heva vü heveslerini dizginlemekten vazgeçer, onları durmadan besler, kudurturlar. Mana derken maddeye daldıklarını ve hatta taptıklarını görürsünüz.
Batıya, Doğuya, düne, bugüne bakın, tarih boyunca bu kesin sonuçtur, farklı bir sonuç görmezsiniz. Anlama ve anlatma dertleri yoktur. Bazı ritüelleri din sayar, tabulaştırır ve oradan konuşurlar. Şimdi bizde “Namaz da namaz” denmesi ve namazlarının hiçbir iyi sonuca yol açmaması gibi. Açmaz, çünkü maksat iyileşme değil, ya dünyalık elde etmedir ya da o yoldan kendini ve etrafını kandırmadır. Eğer dini onlara bırakırsanız, bir silah haline gelir ve sizi böyle içerden dışardan vurur. Biz bunu hep yaşadık, yaşıyoruz.
Daha açık söylemek lazım: Din hayatımızı ve Diyanet teşkilatımızı bu hale getiren bir sömürü düzeninde yaşıyoruz. Vatan duygusuna kadar yayılan bu sahteliğin kullanma alanını daraltmak en önemli sosyal mesele halinde önümüzdedir.
Göç meselesi
Dikkat edin, Türkiye’yi örtülü ve açık işgale yol açmak üzere planlanan göçleri de bize din üzerinden anlatmaya çalışan bir ağ var. Dünya ve hayat gerçekliğiyle alakasız bir durum olduğu halde böyle bir dayatma var.
Bu durumda geldiğimiz yer de açık: Her şeye olduğu gibi yıkım kurgusuna da din sosu ekleyen kafanın düştüğü oyuna biz de düşüyoruz. İlk mektep seviyesinde bir kafanın bile kabul etmeyeceği Ensar-Muhacir benzetmesinin uydurmasına kandıksa yandık. İslam Tarihi’nin Hicret safhasının şartlarıyla Suriye, Afganistan ve bütün bir Afrika göçlerine kapı açmayı aynı kabul etmek, dinin geliş ve yerleşme sürecini bile bile tahrif etmektir ve o tarihe de hakarettir. Dahasını söylemek de doğrudur: Bu dini kuran büyükler büyüğünün yaşadıklarına anlamamaktan öte hakarettir.
Onu bu işlere alet etmek küstahlığını gösterenlere kanmakla biz de bu oyuna gireriz. Bu sahteliğin yıkıcılığı, gerçek inkârcılığı ve mukaddes sayılan değerleri kullanmayla birleşir. Kaç yönden bizi vurur. Hâlbuki gerçek çarpıtılmaya gelmez. Çarpıtanların yaptığı çok yönlü yıkım halinde maruz kalan ve kabul edenleri kuşatır. Bunu gördük, görüyoruz, böyle devam ederse daha da göreceğiz.
İçeri giren tehlike
Kapıları, her gelene ardına kadar açmak kabile devletlerinde bile görülmez bir yanlıştır. Yazmıştım, Peşmerge, İşid zulmünden kaçan birkaç yüz insanı bile içeri almadı. Açlığa değil ölüme terk etti. Bu kadarı büyük vicdan kaybıdır diyebilirsiniz. Evet bazıları için öyledir. Batının tavrı tamamen böyledir. Bu coğrafyaya bakalım, Mısır daha yeni İsrail bombardımanından kaçan kardeşlerini içeri almayı geçtik, yardımların geçmesi için bile uzun süre sınırı açmadı. O insanları alması karşılığında teklif edilen büyük paraları reddederek açmadı. Din kardeşlerini geçtik, Arap olduğu halde Arap kardeşlerini göz göre ölüme bıraktı. Evet, her şeyi geçtik, vicdansızlıktır.
Niye böyle yaptığını tartışmadık. Sorulsa, konuşulsa bizim yaptığımızın ne kadar sakat bir iş olduğu anlaşılacak. Devletler, daha büyük vicdan problemlerine ve bozguna sebep olacak bu tür toplu sığınmalara müsaade etmezler. Tekrar edeceğim, bunları içeri alırsanız, düzeni bozacak bir değişme olur. Bu kadar büyük bir kitleyi entegre edemez, kendinize benzetemezsiniz. Bilenler söylediler, hele bu Arapsa, onları kendinize uyumlu hale getirmenin zerrece ihtimali yoktur. Doğacak sıkıntıları göğüsleyemezsiniz.
Bunları iyi anlamak lazımdır. Devletler büyük nüfus hareketlerine karşı tetiktedirler. Olması halinde hemen savunmaya geçerler. Kendisiyle aynı coğrafyada yaşayan, kendi dininden, dilinden, kanından olanları bile almak istemezler. Kurulu düzenleri bunu reddeder.
Bizde ne oldu da dünyanın her yerinden milyonlar akın akın geldiler ve ülke bir göçmen havuzuna döndü? “Kurulu düzen” (Müesses nizam- establishment) yok muydu? Esas sorulardan biri budur. Evet bizde kurulu düzen, orasından burasından aşındırılmıştı. Devletin kuruluş kanunları ve devlet fikri kaybolmaya yüz tutmuştu. Var olan ölçüler yıkılmıştı. Kendini koruma mekanizması bozulmuştu. Din diyerek dini de devlet düzenini de bozmuştuk.
Başka türlü bu duruma düşmemiz imkânsızdı. Hala, ne olup bittiğinin farkında değilsek bundandır. Keskin ve abartılı görünecek bir söz edeyim ki belki düşünülür: Düzelteceğiz derken doğrularını doğrayan bir yeni dönem yıkıcılığının kıskacındayız. Yıkan fakat yapamayan -sözüm ona- ideolojik bir kurgunun mahkûmuyuz.
Göç Türkiye’ye karşı bir hareket
Suriye, başına gelenlerle alt üst oldu. Irak gibi bölündü. Kaça bölündüğünü yakında göreceğiz. Irak ve Suriye’nin başına gelenlerden en büyük zararı gören komşu ülke biz olduk. Bu zarar en aza indirilebilir ve hatta bazı bakımlardan avantajlı hale gelebilirdik. Şayet “kurulu düzen” sağlam kalsaydı, kesinlikle böyle bir avantajı da görürdük. Suriye ile çatışmayı girmez, girilmişse bitirir, güneyimizdeki Türk gruplarını teşkilatlandırır, sınırları güvene alır, olanlar karşısında tavır belirlerdik. O zaman Suriye dâhil Amerika, İsrail, Rusya da bizimle dengeli bir ilişkiye girmeye mecbur olurdu. Bizim istemediğimiz her şey değilse de birçok şey olmazdı. Hele güneyimizde bir PKK devleti için bu kadar büyük bir çalışma kesinlikle yapılamazdı.
Olmayacak işler oldu. Büyük Ortadoğu Projesi denen plan böyle işletildi: Göçle oralar boşaltıldı ve Amerika tarafından PKK unsurları yerleştirildi. Biz, bile isteye yıllarca seyrettik. Yapılanma büyük ölçüde tamamlanınca, bir de baktık ki PKK Lazkiye’ye kadar gelmiş. Lazkiye sınırımıza 77 km uzaklıkta bir sahil şehri. Şimdi orada Ruslar hâkim. PKK hâkimiyetine onların da itirazları yok. Moskova’da PYD bürosu açtılar. Sıcak denize inme hedeflerine kavuşmalarının kalıcı hale gelmesi için PKK güdümlü bir devleti onlar da istiyorlar. Daha kuzeyden bir hatla PKK’nın Akdeniz’e ulaşmasına engel koymayacaklar. Nitekim haritaya baktığınız zaman, PKK’nın sınırımızın güneyinde yerleştiğini de göreceksiniz.
Aldığımız sınırlı tedbirler
Güney sınırımız boydan boya PKK‘nın hâkimiyetine Rusya Amerika desteğiyle geçti. Kurulu düzen’in kalan unsurlarının ikazıyla bir hamle mecburiyeti hissettik. İyi ki bunu olsun düşündük ve Afrin gibi birkaç yeri aldık ve bir tampon bölge oluşturduk. Zor bir işti ve bunu olsun başardık. Anayasa görüşmeleri dâhil, hiçbir Suriye toplantısına bizi çağırmasalar da bir ölçüde pazarlık şansımız doğdu. Dışlansak da verdiğimiz şehitler sayesinde, yumruk gücüyle biz de varız dedik.
Bu harekâtın iç kamuoyuna nasıl yansıtıldığı ayrı bir yaradır. Doğrusu pek az bir propaganda yürütüldü. İstiklal Savaşı ile bu küçük harekâtı bir tutan akıl almaz açıklamalar yapıldı. Marşlar ısmarlandı. Sınır boyunca 40 km aşağı indiğimizden başlayarak yalan yanlış beyanlarla karşılaştık.
Ben en yakınlarıma bile bunların doğru olmadığını anlatamadım. Fırat’ın doğusu Münbiç dâhil, Irak sınırına kadar Amerika destekli PKK-PYD’nin kontrolündedir. Bizim kontrol edebildiğimiz bölüm 911 km’lik sınırın yüz kilometreyi bile bulmayan bir kesitidir. Güneye doğru alan derinliği 10 km’yi bulmamaktadır. 40 km derinliğe ulaşılan yerler olduysa da kalınamamıştır. Üst perdeden konuşmaları bu gerçeklerle beraber düşünerek test etmek ve ona göre hareket etmek lazım.
Yayladağı’ndan Kesep
3 Ocak’ta Yayladağı’na konferans vermeye gidişimde bazı detayları daha iyi anladım. Depremin açtığı yaraları yol boyunca görerek içim sızlayarak gittim. Göç derdini bütün dertlerin önünde görüşümün doğruluğunu bir daha kuvvetle hissettim. Göçenler, göçürülenler belli. Mesela sınırın hemen ötesinde Kesep kasabası Yayladağı’na tepeden bakıyor. Ermenilerin yaşadığı bir yer. Orada gece ışıklar pırıl pırıl yanıyor. Göç varsa da az olduğu anlaşılıyor. Bizim Suriyeli Bayır Bucak Türkmenleri savaş başladığında burayı ele geçirmişler. İşin garibi, o sırada kaçan Ermeni ahali Yayladağı’na sığınmış.
Ne olmuş dersiniz? Amerika bütün misyonuyla Yayladağı’na akmış. Ermeniler korunmakla kalınmamış, üç ay sonra da bizim Türk(Yani Türkmen dedikleri) milislerine oradan ayrılmaları gerektiği bildirilmiş. Söylediklerine göre, bu bildirimin geldiği makam tabii Amerika’nınki değil. Konuştuğum kişiler bu hali anlamakta zorlanmışlar. Devletimiz daha iyisini bilir deyip çaresiz kabullenmişler.
Araplara ve Türklere karşı davranışımız
Bu “devletimiz daha iyi bilir” sözü size bölge ahalisi hakkında bir fikir vermiştir. Yayladağı, Hatay’ın temiz Türk bölgelerinden biriydi. En güney hududumuzda bu nüfus yapısı önemliydi. Şimdi oranın nüfus dengesi de bozulmuş. Suriye’den Araplar gelmişler. Hepsi vatandaş olmuş. Niye vatandaş yapıldıklarını kimse anlamıyor. Biraz Türkçe bilenleri bile az. Vatandaş yapılırken hiç sorulmamış. İş kurmuşlar, esnaflık ediyorlar. Birbirlerini kolluyorlar. Bu işin nereye varacağı da sonra anlaşılacak.
Suriye’nin Bayır Bucak bölgesinden gelen Türkler de var. Onların yarısına vatandaşlık verilmemiş. Temiz Türkçelerini duydum, içim aydınlandı. Hallerini gördüm, asaletleri karşısında utandım. Türklük ve Türkiye sevgileri gözlerimi yaşarttı, göğsümü kabarttı. Türkmen Meclisi adıyla Suriye’nin tanıdığı bir kuruluşları var. Benimle görüşmek için orada toplandılar. Gittim. Problemlerini anlatmaya bile çekindiler. Türkiye sevdalarını anlattılar. Sözün yetmediği yerde şiirler okudular. “Biz al bayrağın altındayız, bu yeter!” dediler.
Güzelim Yayladağı
Yayladağı, Türkiye’nin en güney ucunda Suriye hududunda bir güzel serhaddimiz. Gidince bir daha hissettim ki sınıra sığmayacak sınırsızlıkla yaşanan bir yurt köşesi. Dedim ya, son Suriye göçüne kadar sadece Türklerin yaşadığı bir yurt köşesi. Eski akıncı geleneğini hatırlatan duyuşları ve duruşlarıyla güzel insanlarımızın yaşadığı güzel memleket. Hemen ötesinde Bayır-Bucak dediğimiz bölgede Yayladağı’nda ve çevrede yaşayanların akrabaları, tertemiz Türkler yaşıyor.
“Tertemiz” deyişimi kelimenin düz manasıyla da anlayınız. Torosların uzantısı Türkmendağı’nın yamaçlarında, eteğinde, yanında yöresinde yerleşen-yerleştirilen bu güzel insanlarımız dilleriyle, gelenek ve görenekleriyle yüzyıllar öncesinin bozulmamış, değişmemiş Türkleri. Gelenlerin hallerini anlattım. Haklarında çok yönlü çalışmalar yapılması gerektiği açık. Yayladağı’nın güzel insanlarıyla beraber, her an tetikteler.
Orada bulunduğum sürece, hep beraber olduğumuz, beni davet eden Ata Kitabevi sahibi Osman Tortuk’tan, ailesinden ve arkadaşlarından çok şey dinledim. Hangi görüşte, hangi partide olurlarsa olsunlar, Yayladağlıların hepsi milliyetçi. Her yerde, her anlayışta, şu dinlide bu dinlide, dinlide dinsizde, solcuda sağcıda temel duygu bu olduğu zaman her türlü farklı fikir zenginliktir. Genç ve çalışkan belediye başkanı Mehmet Yalçın’la sohbetimizde de bunu konuştuk. Sınırda yaşamak insanlara bu duyguyu veriyor. Hatay’ın ana vatana katılışını hiç unutmuyorlar. Atatürk sevgileri çok yüksek.
Onlar var olsunlar! Yalnız, memlekete ve tabii onlara da bir borcumuz var: Şu göç meselesini çok geçmeden ele almalıyız. Yönetenleri uyarmalı ve zorlamalıyız. Yoksa başımıza neler geleceğini az çok tahmin edenler de dâhil kimse bilemez.