Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki başarılı çıkmış ve çoğunluğu ele geçirip hükümetlerin değişmesinde, bakanların seçiminde etkili olmuştu. Abdulhamit’in tahttan indirilmesinden sonra yapılan incelemede önemli miktarda zenginliğe sahip olduğu anlaşılmış ve ayrıca toplumun hemen her kesiminden insanlarla ilgili çok sayıda gizli rapor bulunmuştu. Bu mal varlığı, Abdulhamit’i tabulaştıranlarca değişik biçimlerde yorumlanıp telif edilmeye çalışılmaktadır. Ele geçen belgeler ise İttihatçıların içinden birtakım kişiler de dahil olmak üzere pek çok kişinin saraya ihbarlarda bulunduğunu, Abdulhamit’in haber alma ağının hemen bütün düşünce akımları ve örgütlenmeler içine sızdığını göstermekteydi.
Yönetim Saraydan Partilere Geçiyor
2. Abdulhamit tahttan indirildi ve yerine, yüzyıllardır süregelen geleneğin gereği olarak “Padişahım çok yaşa” sesleriyle Sultan Abdülmecit’in oğlu, 1844 doğumlu Mehmet Reşat Osmanlı tahtına çıkarıldı. Tahta çıkma haberi yeni padişaha verildiğinde onun şunları söylediği aktarılır: “Otuz üç yıldır itidalimi korudum. Bu süre içinde devamlı olarak milletin selametine ve saadetine dualar ettim. Mademki millet beni arzu ediyor teşekkürle bu görevi kabul ediyorum. Benim birinci emelim, Şeriata ve Anayasa’ya göre görevimi yapmaktır. Milletimden bir kişinin burnu kanarsa benim yüreğim kanar; otuz yıldır istibdatçıları beraber çektik. Ne acı şey olduğunu biliriz...”
Bu söylenenlerin gerçek düşünceleri yansıtıp yansıtmadığını bilemeyiz ancak söylendiği haliyle hem İslamcılarda hem Türkçülerde hem de Batıcılarda yükselmiş olan Abdulhamit karşıtlığının saray çevresinde de olduğunu, tahta çıkanların artık kendilerini yasalarla sınırlamak zorunluluğu hissettiklerini, yani önemli bir zihniyet değişikliği yaşandığını göstermektedir. Padişahın “kullarım” yerine “milletim” tabirini yeğlemesi, bu değişmenin belirtilerinden biridir. Yapılan seçimlerde İttihat ve Terakki başarılı çıkmış ve çoğunluğu ele geçirip hükümetlerin değişmesinde, bakanların seçiminde etkili olmuştu. Abdulhamit’in tahttan indirilmesinden sonra yapılan incelemede önemli miktarda zenginliğe sahip olduğu anlaşılmış ve ayrıca toplumun hemen her kesiminden insanlarla ilgili çok sayıda gizli rapor bulunmuştu. Bu mal varlığı, Abdulhamit’i tabulaştıranlarca değişik biçimlerde yorumlanıp telif edilmeye çalışılmaktadır. Ele geçen belgeler ise İttihatçıların içinden birtakım kişiler de dahil olmak üzere pek çok kişinin saraya ihbarlarda bulunduğunu, Abdulhamit’in haber alma ağının hemen bütün düşünce akımları ve örgütlenmeler içine sızdığını göstermekteydi. Toplum huzuru dikkate alınarak bu belgelerin açıklanmamasına ve yakılmasına karar verilmişti.
Türkçe, Eğitim Ve Devlet Dili
Anayasa, devletin resmî dilinin Türkçe olduğunu buyurmaktaydı. Bu yüzden devlet memurlarının Türkçe bilme zorunluluğu söz konusuydu. İttihatçıların konuyla ilgili düşünceleri şöyle açıklanmıştı: “Devletin ilkokullarında öğrenim Türkçeden başka, bölgede konuşulan dil ile yapılacaktır. Orta öğrenimde de Türkçe zorunlu, bölge dili ise seçmeli olarak öğretilecektir. Özel okulların açılması serbest olmakla birlikte bu okullardaki öğrenim devletin kontrolü altında olacaktır.” Bu düşünceler azınlıkların büyük tepkisiyle karşılanmış, özel okullardaki eğitimin devlet kontrolünde olacağının belirtilmesine Rum Patriği, denetimi asla kabul etmeyeceğini belirterek doğrudan karşı çıkmıştı. Yalnız Rumlar değil bütün azınlıklar benzer tepkiler göstermekteydi. Samsun’da bir Rum okulunda okutulan bir tarih kitabındaki şu satırlar basına yansımıştı: “Paşam, kılıcım var, tüfeğim de… Türklerle birlikte yaşamaktansa ifritlerle yaşamayı tercih ederim…” Bu satırlar, bağımsız bir Türk devleti sınırları içinde eğitim yapan bir okul kitabında yer alıyor ve öğrenciler bu bilinçle, Türklere kinlenerek, Türk düşmanlığıyla yetiştiriliyordu. Devlet, denetleyeceğini söylediği anda da ilk tepki, din adamlarından, Patrikhane’den geliyordu. Özellikle Yunanistan ile Bulgaristan’ın Osmanlı’dan koparılıp bağımsız devlet olmalarında din adamları, kiliseler ile özel okullar belirleyici olmuşlar, Osmanlı’nın başkentinden en ücra köşesine kadar hemen her yerinde açılan ve “ajan okulları” olarak nitelenen bu kurumlar, Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında ve devletimizden koparılan topraklarda yeni devletler kurulmasında çok etkin rol oynamışlardır.
İttihatçılar, dil ve kapitülasyonların kaldırılması konularına özel önem veriyorlar, bu iki sorunu bağımsızlıkla ilgili görüyorlardı ancak her iki konuda da hem içeriden hem de dışarıdan büyük tepkilerle karşılaşıyor, devletin yeterince güçlü olmamasından dolayı isteklerini gerçekleştiremiyorlardı. Bunlardan kurtulmak için Lozan’ı beklememiz gerekecekti. Dil konusunda Müslüman azınlıklar da öteki azınlıklarla aynı düşüncede idiler ve onlar da benzer tepkiler gösteriyorlardı. Bir Arap aydın konuyla ilgili şunları söylüyordu: “Genç Türkler bize Türkçeyi kabul ettirmeye kalkıştılar. Biz ise pek haklı olarak dilimizden, dinimizden, kanunlarımızın, ibadetlerimizin, Kur’an’ın, halifeliğin dili olan Arapçadan memnunuz ve müftehiriz.” Bu satırlar, Genç Türklerin Arapçayı yasakladığı izlenimi doğuruyor ancak böyle bir şey söz konusu değildi, konu, bir Türk devletinde devlet ve eğitim dili olarak Türkçenin kullanılmasıydı. Bir Arap için Arapça bir din meselesiydi, kutsaldı. Yüzyıllar süren yanlış din anlayışı dolayısıyla Türk de Arapçaya aynı gözle bakmaya, kendi dilini ve kimliğini yok saymaya hatta aşağılamaya alışmıştı ve aykırı bir söz ya da davranışı küfürle eşdeğer görüyordu. Oysa her ulusun dili, o ulus için bir kimlik konusudur, Türk olmanızın ilk göstergesi Türkçe konuşmanızdır, kalan her şey daha sonra gelir. Konuyla ilgili olarak kilisenin ve din adamlarının takındığı millî duruş da dikkat çekicidir. Hemen bütün toplumlar için din ve o dinin ibadethaneleri, millî bilinç için beslenme kaynağı işlevi görürken Türk din adamları ve ibadet yerlerinde bununla pek ender karşılaşılması, hiçbir zaman gerektiği gibi değerlendirilmedi.
İttihatçılarda Bölünme
Ülkede İttihatçılara karşı ciddi bir muhalefet oluşmuştu. İngiliz çıkarlarının temsilcisi olarak tanınan Ahrar Partisi, özellikle Hristiyan Arnavutlar üzerinde etkili olmaya çalışıyor, 23 Kasım 1909 tarihinde kurulan Hürriyet ve İtilaf Partisi, İttihatçılardan ayrılan muhalifleri de bünyesine alarak güçleniyordu. Bu parti, Muaviye’nin Hz. Ali’ye karşı kullandığı taktiklerle dinin siyasette etkin olarak kullanılmasının örneklerini veriyor ve yurttaşlar üzerinde etkili oluyordu. Devletin üst makamlarında görev almış bir bölük insan ise Batılı devletlere, özellikle de İngiltere’ye şirin görünmekle sorunların çözüleceği düşüncesindeydi ve sürekli bunun propagandasını yapıyorlardı. Onlara göre İtalya, Osmanlıya değil İttihatçılara gücendiği için Trablusgarp’a asker çıkarmış, savaşı devlete değil partiye açmıştır. İttihatçılar, büyük devletleri kızdırmayı sürdürürlerse daha kötü şeylerin olması kaçınılmazdır. Mandacı düşüncenin öncüleri denilebilecek olan bu kişilerin başı, defalarca sadrazam, yani başbakan olmuş, İngiliz yanlısı olduğunu açıkça ilan etmekten çekinmeyen Kamil Paşa’dır. Bunlar, İttihatçılara karşıtlıkta hatta düşmanlıkta en önde olan kişilerdir.
Trablusgarp Savaşı
İtalya, 29 Eylül 1911 tarihinde üç yüz elli yıldır Türk egemenliği altında yaşayan Trablusgarp’a asker çıkararak uzun süredir planlamış olduğu işgal hareketini başlattı. Kısa sürede kıyılarda egemen olan İtalyanlar, çok kolay bir zafer elde edeceklerini düşünmekteydi ancak içeri doğru sarkmaya başladıklarında ciddi bir savunma ile karşılaştılar. Osmanlı hükümeti, işgale karşın İtalya’ya savaş ilan etme konusunda tereddüt yaşıyor, daha doğrusu buna cesaret edemiyordu. Savunma, oradaki kuvvetlerle ve kaçak yollarla oraya ulaşan yurtsever subaylarla yapılmaktaydı. İttihatçılar, İtalya’ya savaş ilan edilmesini savunuyorlar, ancak hükümet buna yanaşmıyor, Kamil Paşa ise savaş ilan etmek bir yana savunmadan da vazgeçilmesi ve İngiltere’den yardım istenmesi gerektiğini söylüyordu.
Enver Paşa, Fethi Okyar ve Mustafa Kemal konuyu görüşüp ortak bir düşünceye vardı ve Millî Savunma Bakanı Mahmut Şevket Paşa ile anlaşıp savunmayı örgütlemek üzere Trablusgarp’a gitmek için onayını aldılar. Kuşçubaşı Eşref’in hazırlıklar için Mısır’a gitmesi kararlaştırıldı ve içlerinde Enver Paşa ile Mustafa Kemal’in de olduğu pek çok genç subay, yerli halkı örgütleyip çölde İtalyanları imha planlarıyla Trablusgarp’ın savunmasına koştu. Trablusgarp’a gittiklerinde Enver, binbaşı, Mustafa Kemal ise kıdemli yüzbaşı rütbesindedir. Enver, genel komutan olmanın yanında Bingazi bölgesi kuvvetleri komutanlığını, Mustafa Kemal ise Derne bölgesinin komutanlığını üstlenmişti. Bu uzak yurt parçasını savunmak düşüncesiyle kaçak olarak gelen ölümlerle eğlenen bu yiğit Türk subaylarının parolası; “Ya Namus ve İstiklal Ya Ölüm” idi. Millî Mücadelemizin de parolası “Ya İstiklal Ya Ölüm” değil miydi!
Kısa sürede bütün Trablusgarp’ı ele geçireceğini düşünen İtalyanlar, yapılan kahramanca savunma sonucunda bir yıl geçmesine karşın kıyıya saplanıp kalmış, içerilere girmeyi başaramamıştı. Bu direniş üzerine dünyada sesler yükselmiş ve İtalyanların saldırganlığı karşıtı söylemler duyulmaya başlanmıştı. Trablusgarp’ta sonuç alamayan ve büyük bir prestij kaybına uğrayan İtalya, Ege adalarını (12 adayı) işgale yöneldi ve pek savunmasız durumda olan bu adaları kısa sürede ele geçirdi. Bununla da yetinmeyip uluslararası hukuku hiçe sayarak Çanakkale Boğazı’na bir baskın düzenledi. Bütün bunlar İstanbul’da hükümet değişikliğine neden oldu ve cephede canlarını ortaya koyarak savaşan yiğitlerin başarıları, korkak siyasetçiler yüzünden heba edildi ve bütün çabalara karşın Kuzey Afrika elden çıktı. Yapılan anlaşmaya göre Osmanlı Trablusgarp’tan asker ve subaylarını çekip bölgeyi İtalyanlara, İtalya ise adaları Osmanlı’ya bırakacaktı.
Balkan Savaşları
1912 yılının temmuz ayı içinde kurulan hükümet, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimden uzaklaştırılmasının ilk adımı olarak değerlendirilir. Aynı yıl içinde Balkanlar adeta patladı ve Osmanlı ordusu, bütün tarihin büyük bozgunlarından birini yaşadı. Edirne de dahil olmak üzere yüzyıllar boyu Türk yurdu olan bütün Rumeli işgal edildi, Bulgar orduları Çatalca’ya kadar geldi. Osmanlı hükümeti, 17 Ekim günü savaş duyurusunu yapmış ancak çok kısa bir süre içinde korkunç bir yenilgi almıştı. Yüz binlerce Türk öldürüldü, yüz binlercesi canını kurtarmak için perişan biçimde yurdunu bırakmak zorunda kaldı. İngiltere, böyle bir sonucu beklemediği için savaş sonunda ortaya çıkacak durumu kabul etmeyeceğini önceden ilan etmişti ancak sonuç Türk’ün aleyhine olunca hiç kimsenin bir itirazı duyulmadı. Savaşın bu derece yıkıcı biçimde sonlanmasının ana nedeni, ordu içindeki bölünmüşlük ve siyasi çekişmelerin bütün orduya yayılmış olmasıydı. Bu korkunç yenilgi, ordunun her koşulda siyasetten uzak tutulması gerektiğini, siyasete bulaşmış bir ordunun yurt savunmasında başarılı olmasının mümkün olmadığını gösterdi ancak ne yazık ki bu bir türlü başarılamadı ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında alınan önlemlere karşın Türk ordusunun bir gözü sürekli siyasette oldu.
Savaş sonunda mevcut hükümet çekildi ve yerine İngiliz mandacısı ve İtilafçıların gözde adayı, İttihatçı düşmanlığını hiçbir zaman gizlemeyen ve her fırsatta gösteren Kamil Paşa yeni hükümeti kurdu. Balkan savaşıyla ilgili barış görüşmeleri Londra’da yapıldı ve büyük devletler, Edirne’nin Bulgarlara bırakılması konusunda ısrarcı oldular, Kamil Paşa da buna karşı çıkmadı ancak gerek İttihatçılar gerekse halk buna ciddi tepki gösterdi.
Londra barışının sonuçlarına göre Osmanlı Devleti, Rumeli’den hemen bütünüyle çekilmiş, Ege kıyısındaki Enez ile Karadeniz kıyısındaki Midye hattı sınır kabul edilmişti. Girit ve Arnavutluk sorunlarının çözümü bütünüyle Avrupa devletlerine bırakılmıştı. Ege adalarının yani 12 adanın geleceği de bütünüyle Avrupa devletlerine bırakılmıştı. Birtakım Cumhuriyet düşmanlarının sürekli gündemde tuttuğu 12 ada, Lozan’dan çok önce Balkan Savaşı sonunda elden çıkmıştı.
İttihatçılar, 23 Ocak 1913 tarihinde bir baskın düzenleyerek Kamil Paşa hükümetini düşürdü ve yeniden iktidarı ele geçirdi.
Küçük Balkan devletleri, Osmanlı’ya karşı kazandıkları büyük zaferin ardından ganimet paylaşımında birbirlerine düştü. İkinci Balkan Savaşı olarak tarihe geçen bu durumu fırsat olarak gören başta Talat Paşa olmak üzere İttihatçılar, sınırlara yapılacak bir saldırıyı önlemek adı altında orduyu harekete geçirdiler ve 22 Temmuz günü Türk ordusu hiçbir direnmeyle karşılaşmadan Edirne’ye girdi.
Batı Trakya Türk Devleti
Balkan Savaşı sonrasında yapılan anlaşmalara göre Meriç ırmağının sağ kıyısı elden çıkmış ve Osmanlı bunu kabul etmek zorunda kalmıştı. Bu durum, ordudaki genç subayları çok rahatsız etmiş ve bunlar, hükümetin kararlarına aykırı olarak bölgede birtakım faaliyetlere girişmişlerdi. Osmanlının çekilmesiyle Yunan ve Bulgar çetelerinin etki alanında kalan bölge nüfusunun yüzde doksanı Türk idi. Teşkilat-ı Mahsusa mensupları, Batı Trakya sorununun Türkler lehine çözümü için birtakım çalışmalar yaptılar. İçlerinde Süleyman Askeri Bey, Yüzbaşı Reşit, Eşref Kuşçubaşı gibi gözünü budaktan sakınmayan yiğitler vardı. Bu kişiler çeteleri etkisiz duruma getirdikten sonra ilk iş olarak Garbi Trakya Teşkilatı Millî Komutanlığı adı altında bir örgütlenmeye gittiler, daha sonra ise Batı Trakya’da merkezi Gümülcine olmak üzere bağımsız bir geçici hükümet kurdular. Hükümetin sınırları içinde Dedeağaç, İskeçe, Eçirdere, Darıdere, Kırcaali, Koşukavak gibi kentlerle bunlara bağlı yerleşim birimleri vardı.